31 Ocak 2014 Cuma

evde oturan bir adamla beraber olmayın

"don't date a girl who travels" (seyahat eden bir kadınla beraber olmayın) diye bir yazı dolanıyor son birkaç gündür sosyal medya feedlerimde. kısaca seyahat eden insan üzerine bir sürü saçma sapan stereotipten bahsedip, bu özelliklerin beraber olacağınız insanda olmasını istemeyeceğiniz türden özelliklermiş gibi anlatıyor. merak etmeyin, şimdi o yazıdan hareketle parodi tadında bir yazı yazmayacağım. onu çoktan yapmaya başlayan vardır, onu da görürüz yakında.

benim garibime giden, bu yazıyı ne kadar çok insanın beğendiği. şaşkınım ve sanırım yazının son derece aptalca olduğunu tek düşünen de benim.

aptalca demişken, bu argümanımı temellendirmem gerektiğinin farkındayım. ancak tam olarak nasıl tarif edebileceğimi bilemiyorum. şöyle örneklendirerek açıklayayım:

dilime gelen sıfatların içinde en naifiyle tarif etmem gerekirse -çok da aklı selim insanlar beğenmiş, sıfat seçimimde sivrilmeyi de o yüzden yakıştıramıyorum- bu yazı aptalca. çünkü özünde "seyahat eden bir kadınla beraber olmayın" demek "evde oturan bir adamla beraber olmayın" demekten farklı değil. her ikisi için de sayfalarca sebep listeleri oluşturabilirsiniz. hatta "eriğini tuza banmayan adamla beraber olmayın" demekten de hiçbir farkı yok bu söylemin.

yazıyı yazan kişiye söylemek istediğim şudur ki, ne kadar salakça şeyler yazmak istediğin konusunda hiçbir engel yok. iyi kötü yazmak eylemini geniş zamanda yapan bir insan olarak benim de sık sık salakça yazdığımın ispatlarını bulmak da zor değildir. böylesi yazılar yazmak da en tabii hakkımızdır. ancak bunu yaparken azıcık da hedef almadığın kitleyi ki bu durumda bu kitle evde oturan adamlar oluyor, ne gibi zırvalara maruz bıraktığını bir düşün.

ironi yapıyorsan, evde oturan adamın hayatını ve ilişkisini ziktin attın haberin yok; yok eğer ciddiysen, bu sefer de evde oturan adama "bir işte dikiş tutturmuş" -ki şahsen tutturamamış bir insan olarak söyleyebilirim ki büyük bir strestir-, "başkalarının beklentilerine göre yaşamış", "sıkıcı" vb. bir sürü sıfatı yakıştırdın. hayır bilmiyorum ki benimle derdin ne?

işin esprisi bir yana, benim seyahat etmeyen sıkıcı bir adam olmakla ilgili bir sıkıntım yok. ancak bu yazıyı yazan kişi, insanların hangilerinin sıkıcı olduğunu tayin etmek ve bu insanlar üzerinden dolaylı olarak "hayat nasıl yaşanırmış onu anlatmak" gibi bir küstahlık içerisinde.

evladım, yapmayın. tepemizde neyi yapıp neyi yapamayacağımızı tayin eden çok sayıda dalyarrak var zaten. (bu cümleyi okumayı bitirdikten sonra en az 5 tanesi aklınıza gelmiştir bile) bir de biz kalkıp birbirimize etiketler yapıştırmaya başlarsak halimiz nice olur?

insan denen hayvan; geçmişi olanlar ya da gerçekler ile değil hatırladıkları şekilde anıyor, birbirlerini oldukları kişiler için değil "olduklarını düşündükleri" kişiler sandıklarından seviyor.

kendi gerçeklerimizle, içinde yaşadığımız gerçeklikler arasında bir senkronizasyon problemi var.

bir de bana çok mühim tavsiye veriyormuş gibi gelmeyin. 

kalbinizi kırmak istemiyorum.

sürç-i lisan ettiysem affola.

1 Ocak 2014 Çarşamba

ikibinondört

dün gecenin insanlarda yarattığı öfori, çabuk sona erdi. dün gece fırsat olmadığı için bugün konan facebook fotoğrafları sizi yanıltmasın.

misal, google'ın 2014 doodle'ına bir tıklayın. otomatik olarak yılbaşı aramasını yapsın. ilk iki link taciz ve tatsız olaylar ile ilgili haberlerin sitelerine ait. üçüncüsü ise milli piyango sonuçları -ki ben bunu da hayal kırıklığı olarak yorumladığımdan benim gözümde negatif bir olay-. tabi google'ın aramaların sonuçlarını kişiye göre farklı verdiğini -bunu bana uygulamalı olarak öğreten ve 2013'ün son çeyreğinde kaybettiğimiz hocam Vedat Çakmak'ı da anmadan geçmeyeyim- unutmamak lazım. ama aşağı yukarı hepimiz bu sonuçlara ulaşıyor olmalıyız.

"...goodness is murdered, mediocrity thrives..."

bill hicks tek kişilik gösterisinde bunu söylediğinde hâlâ 1992 senesinin takvimlerini kullanıyorduk. o yılları iyi hatırlarım, çünkü o yaz sünnet olmuştum.

mesele yine bir şekilde benim sikime geldi, halbuki onu demeyecektim. her ne kadar sünnetim ve düğünü hatırlıyor olmam doğru olsa da bill hicks ile tanışmam youtube'un icadıyla aşağı yukarı aynı senelere denk gelir. teknoloji iyi bir şey. (burada benim "gidin bir bakın" dememi beklemeden, google'ı açıp kendisini araştırmış ve bir iki gösterisini izlemiş olmanız gerekiyor.)

"90'lar ne acayipti yeaaa" olan 90'lardan bahsediyoruz bu arada, bunun da altını çizeyim. pek çoklarımızın bayıldığı, özlemle andığı o yıllara dair yapılan bu yergiye ben bayılıyorum; zira her senenin (her geçen günün) bir öncekinden daha kötü olduğuna dair olan tespitimi destekliyor.

iyi olan her şey birer birer katlediliyor ve vasat olan, hüküm sürüyor.

"bu yılbaşında daha evvelkilerden farklı olarak evde oturdum ve daha önceki senelerde yaptıklarımı yapanlarla alay ettim."

bunu açık açık söylüyorum ki herhangi bir iki yüzlülük ya da gıcıklık içerisinde olmadığımın altını çizebileyim. gerçi "alay ettim" demek doğru bir ifade olmamış olabilir. sonuçta kimin ne yaptığına dair olan ilgim 90'lı yıllarda her yılbaşında zap yaparken gördüğümüz şovmenlerin çükünden daha minik.

benimki daha çok bir "evde olma" hissini perçinleme çabasıydı, şimdi net bir biçimde söyleyebiliyorum. nicedir "yılbaşı" dendiğinde aklıma, şarköy'de, büyüdüğüm ev geliyor. o evden bu yana toplamda 6 ev değiştirmiş bir insan olarak söylüyorum ki bu ciddi bir problem. bir yere ait olmak, bir evim olduğunu bilmek derdiydi benimki yani aslında. şimdi yaşadığım yere ait bir anı yaratayım istedim ve maalesef ki sefil bir biçimde başarısız oldum. halbuki çok da çaba harcadım.

planlarımı soran arkadaşlarımı atlattım (burada her ne kadar "yılbaşını benimle geçirmek isteyen bir sürü arkadaşım var" iması yapmaya çalışsam da bunun külliyen yalan olduğunu söylememeye içim el vermiyor.). sonra yılbaşı gecesinde bir takım minik etkinlikler yarattım; şakalı beylikdüzü'nde yılbaşı twitleri, belirli aralıklarla odamdan çıkıp annemin izlediği şeye saçma yorumlar yapmak, babamın patlamış mısırına falan dadanmak, oyun oynamak falan gibi. hedefim öyle çok da büyük değildi, "evde hissedeyim" yeterdi., olmadı.

sanırım bugüne kadar gerçekten bir evim oldu ve o da şarköy'dü (üsküdar'dan da "açık ara farkla ikinci" olarak bahsetmezsem ayıp olur sanırım).

"2013 iyi ki bitti, çünkü çok insanlar öldü :("

2013'te çok güzel insanlar kaybettik, doğrudur. ancak balık hafızalılığın da lüzumu yok, 2012'deki kayıplarımız da oldukça ağırdı. geçen yıl kaybettiğimiz -yukarıda da bahsettiğim- Vedat hocanın vefatı beni en çok etkileyen vefat oldu sanırım. ancak burada daha evvelki senelerde yaşanmış Melike (Batur Yamaner) hocanın vefatını hatırlatır, kedere boğarım sizi. bu bahsettiğim güzel insanları tanımayanlar vardır bu yazıyı okuyan muhakkak. onlar için de ünlülerden başlar, uzunca yazardım; ancak yapmayacağım. ben Kemal Sunal'ın ölümünü tam olarak atlatamadım diyeyim, siz anlayın.

yaşadığımız kayıpların üzüntüsünün, bunları ne zaman yaşadığımız ile bir ilgisi yok.

yazıyı tamamlarken 2013'te aldığım -ve muhtemelen şu ana kadarki hayatımın- en ağır hayat dersinden ve onu veren insandan bahsetmeden geçmeyeyim. hayır, hikayeyi uzun uzadıya anlatmayacağım; çünkü sizler pek de ilgi çekici bulmayacaksınız. çok kısa süreyle bir seferliğine karşılaştığınız insanlar dahi -eğer niyetiniz de varsa- çok şey öğretebiliyorlar size. bunu da bazen yalnızca -hiç de sıradan olmayan- bir gülümseme ve iki kelimeyle yapabiliyorlar: "teşekkür ederim."

"hayır, ben teşekkür ederim."

umarım karnın toktur ve başını sokacak bir yerin vardır..

yazı biraz uzun oldu, affola.
buraya kadar okuyan olduysa, teşekkür ederim,
cürmüm kadar selam ederim.