16 Ağustos 2016 Salı

şarköy, vatansızlık ve dönmek

şarköy ile ilgili son yazıma "Şarköy: Bir Şehrin Hayatı ve Ölümü" diye başlık atmışım. fena da yazmamışım.

ancak o yazı şarköy'le ilgiliyken, bu yazı ben ve şarköy ile ilgili.

orada doğmuş olmanın verdiği mantık dışı bir bağdan ötürü olacak, kendimi oldum olası şarköy'e ait hissetmişimdir. bu mantık dışı bağ; ne zaman ki annemi, babamı ve bir ömrünü şarköy'de geçirmiş insanları tanımaya başladım, ne zaman ki başka başka şehirler gördüm işte o zaman bir mantık çerçevesine oturdu.

her metrekaresinde sevdiğim birilerinin anısı vardı ve kısa ömrüme ben de azımsanamayacak anıyı sığdırmayı başardım. şarköy'de sevilmeyecek ne vardı ki?

güzel şeylerin sonu var, ancak belki ızdırap sonsuz. bu satırları okuyorsanız bu gerçeğin bir ucundan yakalamışsınızdır eminim.

şimdi ise bu ait olma hissinin kıyısındayım. pek tabi bu bir günde gelinen bir nokta değil, dürüst olmak gerekirse uzunca bir süredir inkâr içinde olduğum bir durumdu bu.

yine de işte buradayım. "evim" diyebildiğim yerden fiziksel olarak 220 kilometre, zihinsel olarak ise fersah fersah uzaktayım. vatansız bir insan evladı olarak şaşkınlık ve yalnızlık içindeyim. ne acı, ne ağır.

"dönmek" belki bir çözüm, ama neye çare? mesele yeniden orada olmak değil ki.

bakmayın zaman zaman kendime ve ortaya çıkarttığım işe giydirdiğime. şimdi kopmaktan dertlendiğim şarköy'den ayrılırken uçmak, göklere yükselmek vardı ki bir gün geri döndüğümde "alçak" kalmayayım.

ve epey de yol geldim. bin o kadar daha yolum olabilir elbet, ancak başarılabileceklerin insan havsalasına sığmakta güçlük çeken ufkunu idrak etmiş olmak; geçen her gün başarılanları, yapılanları, geride kalan yolu yok etmiyor.

öyleyse dönmek niye? nereye?

bir hayattan kayıp gidiyormuşum, tutunmak için daha ileriye uzanmaya çalışıyormuşum hissiyatı... bu hissiyattan kurtulmam gerek ve belki de yardıma ihtiyacım var.

22 Haziran 2016 Çarşamba

bu zamana kadar yazdığım hiçbir şeyi okumadıysanız bile bunu okuyun

bilmem kaç adet milyonluk eşşeğin bir topun peşinden koşturması gündemimizi meşgul etmekte ve sikko "zaferler" ile "milli duygularımız" kabarmaktayken gelin size bir şeyden bahsedeyim.

yakın çevremdeki arkadaşlarım bilirler, benim litvanya'da yaşayan bir arkadaşım var. ismini vermeyeceğim -bilen biliyor zaten-, ancak geçenlerde aramızda geçen bir konuşmayı yazının devamında sizlere anlatacağım. zaten ben leb demeden leblebiyi siz anlayacaksınız.

bu arkadaşımın, birkaç ay evvel ilk evladı oldu. askerde de olduğumdan çok konuşamamıştık, ancak geçen babalar gününde fırsat bulduk, sohbete başladık.

laf arasında şakayla karışık "aşılarını yaptırdınız mı?" diye sordum. "zamanı geldikçe sağlık muayenelerini yaptırıyoruz." dedi ve ekledi: "yalnız ben böyle sağlık sistemini sikerim."

şimdi tabi insanın aklına ilk olarak litvanya'nın küçük bir avrupa ülkesi olduğu ve kendince sıkıntıları olabileceği geliyor. olumsuz bir durum var diye düşünüp ben bir şey diyemedim, ancak arkadaşım aynen şunları anlatmaya başladı:

"29 cent aldılar sadece bir kere, kayıt ücreti. ondan sonra her şey ücretsiz. eve doktor falan geliyor kontrol ediyor. hastanedeysen özel odada kalıyorsun, yemek içmek dahil hiçbir şey ödemiyorsun. böyle sağlık sistemi mi olur lan, 29 cent aq. ben çıkardım 30 euro verdim, "yok cent" diyor kadın. sik kadar devlet bu imkanı nasıl sağlıyor?"

meğer benim dallama arkadaşım, şaşkınlıktan sövüyormuş. e bunu duyunca "nihayetinde avrupa ülkesi" diye geçti aklımdan. "eğitimini bir de gör sen" deyiverdim. onu da kısmen görmüş, şunları söyledi:

"gördüm bile. mesela okul servisi nerede olursan ol senin çocuğunu alıp getirip götürmek zorunda ve ücretsiz. yine vay aq dedim..."

ben de tam "vay aq" diyecektim ki lafı ağzıma tıktı bir de şunları anlattı:

"o değil de bi de maaş bağladılar bana baba parası. yattığım yerden bir sene boyunca aynı maaşımı alıcam. sen yeter ki çocuğunla ilgilen ben sana bakıcam diyor devlet."

bunun üzerine küfrettim "siktir git" falan dedim, "gidicem zaten irlanda'yı düşünüyorum" dedi yavşak. öhöm neyse orası önemli değil.

henüz hayatında yurt dışına çıkmamış biri olarak, bunları size niye anlattım? açıkçası bilmiyorum.

ancak bazılarına bu yazıyı gösterip "bu adam niye böyle bir şey yazmış" diye soracak olursanız muhtemelen şıppadanak konuyu çözüp benim "vatan haini, paralel, zerdüşt bir üst akıl piyonu, faiz lobisi destekçisi çapulcu" olduğumu falan söyleyip "içinde yaşadığım toplumun hassassiyetlerine saygısız bir şerefsiz" olduğumu iddia edecektir.

belki de tam da bu yüzden yazmışımdır bu yazıyı.

5 Haziran 2016 Pazar

çok sürükleyici askerliğimde neler olup bitti özetliyorum toplanın (capsli)

bitti ve döndüm.

giderken "gelin size niçin askere gittiğimden bahsedeyim" diye bir yazı yazmıştım. hangi ruh hali içerisinde gittiğimi anlamak adına ona da bir bakabilirsiniz.

şimdi bu yazıda da hiç beklemediğim biçimde çok acayip geçen askerliğimi özetleyeceğim. özet diyorum ama dile kolay 6 ay, özeti de uzun olabilir sıkı durun lodoslama dalıyorum mevzuya.

öncelikle 16 aralık 2015 tarihinde Balıkesir Bakım Okulu ve Eğitim Merkezi komutanlığına acemi eğitimim için katıldığımı belirteyim. hem de koşa koşa! 361. kısa dönem içerisinde buraya katılan ilk kişi olduğum için yaş kütüğüne plaket çakma işi de bana düştü. yemin töreninde "sayın komutanım" diye başlayan bir metni ezberleyip yüzlerce misafir, bakım okulu komutanı Tümgeneral Mehmet Akyürek ve Korgeneral Mehmet Daysal'a okudum ve yaş kütüğüne plaketi çaktım. (hatta bunun videosu var da bilmiyorum paylaşır mıyım...)

karakteriniz askerliğe ne kadar zıt olsa da verdiğiniz selamı resmi kıyafetleri içinde bir korgeneral aldığı zaman duygulanıyorsunuz. herkes "heyecanlanma" dedi ama kimse duygulanacağımdan bahsetmedi... bununla beraber balıkesir'de bi bok yok ve buz gibi soğuk oluyor. bi daha anca içinden geçer güzel yerlere giderim.

10 Ocak 2016'da İzmir'de Ege Ordusu Komutanlığı Bakım Birliği'ne usta birliği için katılış yaptım ve balıkesir sağolsun ilk günler it gibi hastalıkla geçti. burada ilk başta birlik astsubayının yanına yazıcı olarak görevlendirdiler, bi ton saçma sapan evrak işiyle falan uğraştık, bildiğin memuriyet...

ancak bütün askerliğimi şekillendiren olay ilk ayımı tamamlamadan gerçekleşti.

dediler ki bu yıl EFES 2016 Birleşik Müşterek Fiili Atışlı tatbikatı ilk kez yabancı ülkelerin katılımıyla gerçekleşecek. bu tatbikatın 400 sayfalık bir senaryosu var. ingilizce'den türkçe'ye çevrilmesi için dil bilen personel lazım. koca Ege Ordusu'ndan bir avuç er, o işe giriştik. "Kozmik Bina" da dedikleri İstihbarat ve Harekat Başkanlıklarının bulunduğu binada bize verilen laptoplarda 1,5 ay gibi bir süre çalıştık.

burada bir virgül koyup ekleyeyim. asker olduğum süre içerisinde ne görev verildiyse elimden geldiğince nizami olarak yaptım. ancak gerçekten tsk'ya, vatana hizmet ettiğimi hissettiğim zaman, bu görev kapsamında çalıştığım zamandı. zira herkesin yapabileceği bir işten ziyade 18 sene okul okumuş olan benden beklenmesi mantıklı bir görev verilmişti. hakkını vererek de yaptım.

dil bilen personel olarak EFES 2016 tatbikatı kapsamında tonla iş yapıldı. Gün geldi tatbikatın senaryosunu (Skolkan Scenario olarak bilinen bir senaryo varmış ve bu senaryo pek çok tatbikatta revize edilerek kullanılıyormuş, merak eden internetten araştırabilir) çevirdik, gün geldi tatbikat kapsamında gelen hayali mesajları ve mesajlara yanıtları çevirdik, gün geldi suudi arabistan'dan, pakistan'dan, katar'dan, polonya'dan, almanya'dan gelen misafirleri karşıladık, gün geldi seferihisar, menteş, urla, sığacık köşe köşe gezdik.

Takdir'in tamamını scan edip atacaktım ama
göte gelmekten korktum. TMİ bitsin koyarım.
nihayetinde bu çabalarımız Ege Ordusu Kurmay Başkanı Tümgeneral Memduh Hakbilen imzalı bir takdire layık görüldük ki dediklerine göre bir ere kolay kolay verilen bir şey değilmiş.

mart ve mayıs ayı ağırlıklı olarak EFES 2016 ile geçse de nisan ayında Bakım Birliği'ndeki görevime döndüm; ancak bu sefer birlik astsubayının değil, personel astsubayının yanına.

askerde yaşadığım bir diğer ilginç olay ise aslında Sedat ile tanışmam oldu. (El salla lan Sedat, ünlü oldun burayı nerden baksan 10-20 kişi okur...). Acemi birliğinden beri beraber olduğumuz bu adam hem karakter, hem de hayatlarımız bakımından bildiğiniz ruh ikizim. neyse, normalde personel astsubayının yazıcısı Sedat'tı ben de astsubayın kendisinden ziyade Sedat'ın yardımcısıydım.

bu süreçte yine dil bilen personel olmaktan dolayı bir süre Askeri İstihbarat Bölüğü'ne görevli tek er olarak gidip gelmeye başladım.

son olarak mayıs ayında EFES 2016 çalışmalarına paralel olarak verilen bir Hazır Kıta görevi de vardı ki hiç derinlemesine giresim yok. 9 erbaş/er gün içindeki görevlerimizin üzerine haftada 45 saat komutanlığa yapılabilecek saldırılara karşı nöbet tuttuk ki bir noktadan sonra grup terapisi seanslarına döndü bu uzun nöbet süreleri. hal böyle olunca izmir'de bile olsanız cem karaca'nın nöbetçinin türküsü şarkısını dinlediğinizde tribe giriyorsunuz.

tüm bu şartlar altında ömrümüzden bir ömür gitti. "gittin de iyi mi oldu?" diye soranlarınız olabilir, ancak zaten iyi ya da kötü olsun diye gitmemiştim ki.

her şey bir yana bir kez olsun sırf postallarla papatya ezmek bile bir şey katabiliyor insana, eğer her şeyden bir şey öğrenmek çabasındaysanız. işin arkasındaki metaforu siktir edin, "nasıl oluyor da bir çiçeği incitebiliyorum" diye kendinize soruyorsunuz ki o konunun sonu gelmek bilmiyor.

daha söylenecek çok şey var, ancak kol kırılıyor yen içinde kalıyor.

sonuçta, bitti ve döndüm.


8 Aralık 2015 Salı

benim sevgili aliye'm

"muhakkak ki hayatımda yaptığım ve yapabileceğim en iyi iş seninle hayatımı birleştirmek oldu. bundan sonra ne diye kederli ve üzüntülü şeyler yazalım... ikimiz de yalnız neşeden ibaret mektuplar yazmalıyız. mektubundaki "beni istediğim kadar sevmezsen ölürüm" cümlesini belki elli defa okudum. ah aliye, seni isteyebileceğinden çok seveceğim. benim nasıl sevebileceğimi göreceksin... içim şimdiden istanbul'a gelmek, seni görmek iştiyakıyla dolu... şiir kitabının sonlarındaki yazıları kıskanma. hiçbir zaman dolmamış olan boş gönlümün sesleridir onlar. sen benim bütün kafamı ve ruhumu doldurduğun zaman bak neler yazacağım. sana bu mektupla beraber bir şiir gönderiyorum. bu şiir bütün mazim ile alakamı kestiğime alâmettir. yeni bir hayata, aydınlık, sevgi ve fedakârlık dolu bir hayata atılmak üzere olduğumu biliyorum. asıl senin için fedakârlık yapmak bana en büyük saadeti verecektir. yalnız senin için yaşamak, hayatımdan senden başka her şeyi silip atmak istiyorum. fikirlerimi, gayeleri seninle paylaşmak, doğru bulduğumuz şeylere beraber inanmak istiyorum.

etrafın seni sıktığı zaman kitap oku... ben şimdiye kadar her şeyden çok kitaplarımı severdim. bundan sonra her şeyden çok kitaplarımı severdim. bundan sonra her şeyden çok seni seveceğim ve kitapları beraber seveceğiz. insan muhitin bayağı, manasız, soğuk tesirlerinden kurtulmak istediğim zaman yalnız okumak fayda verir. bana en felaketli günlerimde kitaplarım arkadaş olmuştu. fakat bu yetmiyor. şiirlerimde de gördün ki kitaplara rağmen çok ıstırap çektim. çünkü candan bir insanım yoktu. sen benim yarım kalan tarafımı ikmal edeceksin."*

başkalarının mektuplarını okumak, hiç tanımadığınız/tanıyamayacağınız insanların şahsi hayatlarına ortak olmak, garip.

yukarıda mektuptan sonra gelen 40-50 sayfadaki mektuplar boyunca iki insanın evlilik öncesi telaşına, ailelerin işe karışmasına falan tanık oluyorsunuz. siz nasıl hissedersiniz bilemem, ancak ben kendim nasıl hissettim onu da bilemiyorum. yani en azından tarif edemiyorum.

vakti geçmiş bir iletişim yöntemi olabilir, kabul. ancak siz yine de mektuplar yazın sevdiklerinize.

---

* "canım aliye, ruhum filiz", sf. 17. (sabahattin ali'nin eşi ve kızına yazdığı mektuplar)

4 Kasım 2015 Çarşamba

kitap okumaktan ve yabancı dil bilmekten ne kazandım

şimdi istiyorum ki lafa, ne okuduğum kitabı ne de izlediğim filmi doğru dürüst anlatamayışımdan ve önce ingilizce sonra fransızca öğreneyim derken türkçe'min bozulmasından gireyim. öyle de girdim.

ama emin olun kitap okumaktan da yabancı dil bilmekten de çok şey kazandım. aşağıda okuyacağınız, başımdan geçen anektod da bunun bir kanıtı.

şimdi efendim bugün ofisten çıktım, kadıköy'e geçmek üzere kabataş iskelesinden motora bindim. yanımda "çavdar tarlasında çocuklar" kitabı vardı bir süredir okuduğum, çıkarttım okumaya başladım.

tabi göz ucuyla sağımdan solumdan geçenler gözüme çarpıyor, ama konsantrasyonum şahane. derken "excuse me..." diyen ingilizcesi biraz aksanlı bir hanım kızın sesiyle irkildim, "do you speak english?". o an doğum yerim keşan değil de cambridge'mişçesine "sure I do" diyiverdim.

ne okuduğumu sordu, beklemediğim refleks ile kitabın türkçe adını söylemek yerine orijinal adını söyleyiverdim: "catcher in the rye". kendisi pek anlam veremedi. zaten aksanındaki inceden fransızca konuşan insan tınısını fark ettiğimden, üzerine bir de "l'attrape-coeur" diyince afalladı. bu sefer de "parlez vous français?" diye sordu. "evet, türk/fransız bir üniversiteden mezunum, ama ingilizce'yi tercih ederim" diyince galatasaray'dan mezun olduğumu anladı ama tahmin ettiğim şekilde bir kendini beğenmişlik yapıp da konuyu üstelemedi.

ardından erasmus öğrencisi olduğunu söyleyip türkçe öğrendiğini "türkçe öğreniyorum, ama zor" şeklinde türkçe bir cümleyle ifade edip "kitabın türkçe adı ne? okusam yararı olur mu?" diyerek ilgisinin elimdeki kitaba olduğunu belirtince; ben bi an kendimi kaybedip türkçe, ingilizce ve fransızca karışık olarak, ""çavdar tarlasında çocuklar", "catcher in the rye"dan çeviri. ama "l'attrape-coeur"den yapılan çeviri "gönülçelen" olarak çevirildi"" falan diye mevzuyu uzun uzun anlatınca biraz şaşkın dinledi ama nihayetinde kendisine önermedim.

derken zaten kadıköy'e yanaştık. teşekkür etti, elimi sıktı. yarı yarıya hem saflıktan hem de zaten öyle bir insan da olmadığımdan ne adını, ne okulunu ne de nereli olduğunu sormadım. güzel kızdı, ama pişman değilim.

nitekim diyeceğim şu. elinizde akıllı telefonunuz mal mal atilla taş twitleri okurken hiç kimseyle böyle bir diyaloğa girmeniz mümkün değil. kitap okurken de yüz yılda bir olur böyle bir diyalog, ancak hiç olmazsa iki satır güzel bir şey okumuş olursunuz.

ayrıca "excuse me" diye seslenen birisine "do you sex" demiyor oluşunuz da size kendinizi iyi hissettirecek bir şey. üzerine bir de çat pat kimsenin konuştuğunuzu tahmin etmediği bir dilde konuşmaya başlayarak karşınızdakini şaşırtabiliyorsanız, minik bir gurur bile duyuyorsunuz kendinizle.

demem o ki kitap da okuyun, dil de öğrenin. başınıza açılacak bu gibi işler, gününüzün en ilginç anları olabilir.