19 Aralık 2014 Cuma

logos spermatikos -24-

"keşke yerine bir dahaki sefere diyin" şeklinde ilk bakışta yararlı gözüken; ancak hayatın neye benzediğine dair bir fikri olan her insanın, ne kadar da anlamsız bir laf olduğunu rahatlıkla kavradığı bir deyiş vardır.

her şey bir yana, "bir dahaki sefer" diye bir şey olduğunu ya da olacağını nereden bilebilirsin? kaçırdığımız fırsatların, birer "kaçan fırsat" olduğuyla ve bir daha geri gelmeyeceğiyle yüzleşmemiz gerek.

kelimelerin bazen ne kadar somut ve ağır olduğunu unutuyoruz bir de mesela.

bazı kelimeler var hiç ağızdan çıkmaması gereken. duymaktansa; bir ağız dolusu küfür işitmeyi, bir araba dayak yemeği tercih edeceğiniz kelimeler.

"kaybederim seni" söz öbeğinin ciddi bir tehdit olduğu yıllar geçirdi bu memleket, bunun ciddiyetini hafifletiyor olmak istemem; ama duyduğunuzda kendinizi kaybetmenize sebep olabilecek kelimeler var.

"artık eskisi gibi hissetmiyorum..." gibi, "onca zaman neredeydin?" gibi, "sen bana iyi gelmiyorsun" gibi.

her birimizin ayrı ayrı yöntemi var gerçeklerle baş etmek için, benimkisi ise kaçmak. ancak bu sefer kaçmak istemiyorum. belki de her gördüğünüzde hiç alakası olmayan şeylerden bahsederken sarf ettiğiniz kelimelerinizle anımsatın ve yüzüme vurun diye şimdi bunları anlatıyorum.

yer yüzünün görüp görebileceği en güzel insanla çok güzel yıllar geçirdim ve bu insan artık benim hayatımda yok.


24 Kasım 2014 Pazartesi

bir kadını öldürdüm

benim gibi her fırsatta geçmişe dönmek gibi beyhude bir çaba içine girenlerdenseniz, bir takım şeyleri fark edecek ve sayısız kere yüreğiniz burkulacaktır.

bir kadını öldürdüğümün farkına işte böyle vardım.

kelimeler, sesli söylenmeye gerek duymaksızın güçlüdürler. ve insan, yalnızca nefes almayı bıraktığında ölmez, kelimeleri olumsuz seçmeye başladığında da ölebilir.

bir kutu var, bakıyorum. binlerce kelime yazılı, bir dolu kağıt... mektuplar, kartpostallar ve dahi ders notları... en olumsuz meseleler bile; her biri neşeli, güneşli bir gün gibi pırıl pırıl kelimelerle yazılmış. yüzüme bir gülümseme yayılıyor.

sonra tarihlere bakıyorum, karnıma ağır bir hiçlik oturuyor. o kelimelerin yerini, başkalarının aldığını fark ediyorum. bunun da tek suçlusu benim.

şimdi ben bir ölüyüm, seçtiğim kelimeler eski kelimeler değil; bir kadını öldürmüş olabilirim, onun da seçtiği kelimeler eski kelimeler değil.

bakıyorum, "ne güzel çocuklardık" diyorum. "hala güzel çocuklarız" diyor.

belki de haklı.

17 Kasım 2014 Pazartesi

logos spermatikos -23-

ne zaman azıcık kabuğumdan çıkayım desem; bir el omzuma dokunuyor, var olmayan bir ses "bu iş yorar seni." diyor. evrenin kum havuzu değil, kolezyum olduğunu hatırlatmak için çok farklı yöntemleri var.

böyle olunca yeniden kabuğuma çekiliyorum.

bırakayım "güzel kadınların, bahtı da güzel olsun."

10 Ekim 2014 Cuma

hiç aklımdan çıkmayan kareler -2-

belki de sahip olduğum ilk anılardan biridir; henüz konuşmayı dahi düzgün sökebildiğimden emin olmadığım bir zamanda, annemin peşinde ev gezmesindeyim. 13-14 yaşlarında olsa gerek, bir de abla var ve mevcut görevi beni eylemek.

hepimize tanıdık gelecek desenli, mobilyaların dibinde, bir halının üzerinde oturmuş iskambil kağıtlarıyla oyun oynuyoruz. ne oynadığımızdan bihaberim tek fonksiyonum kartları elimde açık bir biçimde tutmak. lakin ellerim küçük, kartların sayısı her saniye artıyor. kaçınılmaz son, tüm kartları düşürüveriyorum. önce kızla, sonra annemle göz göze geliyoruz.

"az kağıt verin ona, çok tutamaz o" diyor annem. o saniye ağlamaya başlıyorum. düşürdüğüme ağlıyorum sanıyorlar, lakin konuşabilsem belki derdimi anlatacağım; ama olmuyor. başarısız olmaya o günlerden beri tahammül edebiliyorum.

bir şeyi yapamayacağımın söylenmesine ise bugün dahi tahammülüm yok.


8 Ekim 2014 Çarşamba

hiç aklımdan çıkmayan kareler -1-

ortaokul yıllarımdan biri olacak, evrenosbey'in tek katlı beş derslikli binasının kapısında merdivenlerin tepesinde durmuş bahçeye bakıyorum. neden bilmiyorum bahçe boş, ihtimal ki paydos sonrası bir sebepten okulda kalmışım. bir kış günü belki saat dört suları, havanın kararmasına bir, bilemedin bir buçuk saat var.

ancak hava kararlı, vaktinden önce kararacak. hatırladığım kadarıyla ilk kez, yağmur bulutu nasıl olur, öğrenircesine inceleyip görüyorum. hava, bir daha görmediğim bir tonda gri. bir şeyden eminim, aylardan aralık. okulun bahçesindeki çimenler, nasıl olduğunu bilmiyorum, ama yemyeşil. en müsait anda, inat, yağmur yağmıyor.

sanki bir gün hatırlayayım diye, dakikalarca dikilip okulun bahçesine öylece bakıyorum. konuşacak birine ihtiyacım var.


21 Eylül 2014 Pazar

logos spermaticos -22-

"hayatınızda olmayan insanlara değil, hayatında olmadığınız insanlara bir bakın. kendinizi daha iyi tanıyacaksınız."

bir kez olsun rutini kırmaya teşebbüs etmemiş bir insanın, hayatındaki monotonluktan şikayet etmeye hakkı yok. telefonun ahizesini (gerçi ahizeli telefon kalmadı, benimkisi laf...) kaldırmaya zamanı ve cesareti olmayanın, özlemeye hakkı yok. günden güne yalnızlaşmasına karşın gitme demeyenin, yalnızlıktan şikayet etme hakkı yok.

böyle bir insanın yapabildiği tek şey var, insanlara bir adım geriden bakmak ve hayatlarını izlemek. neyse ki yaşadığımız bugünlerde bunu mümkün kılan çok sayıda araç gereç de var.

kendinize acımaktan vakit bulur da insanların hayatlarına gerçekten bakacak olursanız göreceğiniz şey size kendinizle ilgili de çok şey anlatabilir. 

insanların hayatlarına bakın. içerisinde sizin olmadığınız resimlerin renkleri daha canlı ise, arkada çalan müziği, ağaçların kokusunu duyuyorsanız bu size ne anlatıyor? "ben de orada olabilirdim" diyerek kendinizi kandırabilen insanlardansanız, sizin için mutlu olabilirim; ancak içten içe ikimiz de biliyoruz ki orada değiliz, bir başka günde orada olmayı da tercih etmeyeceğiz.

dolayısıyla hayatında olmadığınız insanlara bir bakın. orada olmayışınızın yarattığı fark, ne kadar sefil ruhlara sahip olduğumuzu anlatacak.

6 Ağustos 2014 Çarşamba

hayat gayemin ne olduğuna beşiktaşlı olduğum gün karar verdim

hatırlayabildiğim en eski anılarım içinde beşiktaşlı olduğum var; ancak hikaye böyle başlamıyor. 6 yaşıma dek niçin olduğunu bilmediğim şekilde beşiktaşlıydım. babam takım tutmadığından ihtimal ki abimden ötürü olacak...

6 yaşımda 90larda çocuk olan her genç gibi ben de ilkokula başladım. ilkokul birinci sınıftaki hocam, hasta galatasaraylıydı ve okulun son günü "galatasaraylı olmayanları geçirmiyorum" gibi hıyarca bir söz etmişti. yani aslında kendisini gayet de severim, ancak demişti ve o yaşta pek de şaşırılmayacak şekilde ben de buna kanmıştım. gerçi şimdi düşünüyorum da adamda bir sıkıntı olmayabilir, buna inanıp galatasaraylı olan tek kek de bendim. neyse...

sonraki yıllar galatasaray ile pek de ilgilendiğim söylenemez. uefa kupaları sayısız şampiyonluk falan umrumda değil. bu zaferlerin sürdüğü dönemde fark ettim ki, güçlü olanın tatsız bir kibiri, kifayetsiz bir duruşu var. üzerimden düşürmediğim çok şık (ve çok da rahat) bir galatasaray eşofmanım var ama aklım da hep beşiktaş'ta.

ömür boyu muhalif olacağımı "sen galatasaraylı değil misin oğlum?" diyenlere "beşiktaşlıyım lan ben" dediğim gün anladım.

velhasıl kelam bu kimlik bunalımını atlatıp kendimi evrenosbey öğrencisi olan bir beşiktaşlı olarak tanımlamaya başladığımda açıldım.

örneğin ilk kez o dönemlerde bir kıza tuhaf şeyler hissetmeye başladım.

kaybetme ihtimalimin olmadığı oyunları oynamaktan keyif almadğımı fark ettim.

bariz ak olan şeylere ak diyenlere, "aslında bir de şöyle baksan kara o" demeye başladım.

en keyifli, en mutlu olduğum anlarda dahi hüzünlü bir şeyler bulabilmekten ve bu şeylere kederlenmekten haz aldım.

bir ömür boyu sürecek muhalefete tabii oldum. hiç oy verdiğim parti iktidar olmadı, ama eminim bir sefer böyle bir durum gerçekleşse yine gidip bir muhalefet partisine oy atarım.

ha bir de "afedersiniz rum", "afedersin çok daha çirkin şeyler, ermeni diyen oldu" dendiği zaman bir öğürme gelir oldu.

ben kariyer seçimimi yeniden beşiktaşlı olduğum gün yaptım. önümde koskoca bir ömür var ve bu ömür çok çalışarak, çabalayarak ve zaman zaman bocalayarak geçecek. bu uzun ömürde belki birkaç sefer karşılığını "vermezler" de alabilirim diye.

31 Mart 2014 Pazartesi

seçim sonrası trakya ve türkiye

öncelikle trakya hakkında konuşma hakkımı kendimde görmemin, trakyalı olmamdan ötürü olduğunu belirtmek isterim.

"bir kere ben beşiktaşlıyım arkadaşım. yani şerefli ikinciliklere yabancı değilim, üzülmek ne demek gurur duyarım."

"şerefli ikincilik" söylemim yanlış anlaşılmasın. akp'yi birinci yapan seçmene hakaret ediyor değilim. aksine, pek çok il söz konusu olduğunda gayet de beklenen sonucu aldılar. gidip oyunu veren insanlara bu açıdan söylenecek bir şey yok. nasıl tekirdağ'ı, izmir'i babalar gibi chp alıyorsa konya'yı kayseri'yi falan da akp almıştır zaten burda mesele yok.

şerefsizlik, yakın geçen yerlerde sonucu sindiremeyenlerin karıştırdığı haltlardan mütevellit... bakınız ankara, antalya, yalova... her türlü çirkefliği yapan insanlara karşı; biz sessiz, sakin, içine kapanık insanlar nasıl kazanabiliriz ki? (kendi adıma konuşuyorum, ama pek çok insana tercüman oluyrumdur diye tahmin ediyorum.)

bu meseleyi uzatmak istemiyorum; ancak bu yaşananlar yolsuzlukla kirlenmiş adamları seçim ile aklamaya çalışırsanız ne olacağının birebir kanıtıdır.

"trakya gün itibariyle demokrasi'nin beşiğidir."

bunu söylemi herhangi bir partinin "kalesi" haline geldiği için falan söylemiyorum. bir kere trakya kale falan değil. onu bir söyleyeyim. trakya'da yakın geçmişte sol da görev almıştır sağ da merkez de. halk oy verdiğinden memnun olmadı mıydı tekmeyi basmaktan hiç çekinmemiştir.

burada kullanılan oy özellikle yerel seçimler söz konusu olduğunda kimi zaman bireysel kimi zaman toplumsal çıkarlar gözetilerek verilmiştir. dolayısıyla trakya'da tekrar seçilmek, seçilmekten daha zordur. iş yapmayanı, halkı mutlu etmeyeni yollarlar. büyük çoğunluğu için konuşacak olursak halk militan ya da partizan değildir yani. dediğim gibi çıkarını gözetler ki olması gereken de budur. kimse kimsenin kara kaşına gözüne oy vermez. inada binmiş körü körüne bağlılıklar falan öyle ebedi bir hanedanlık kurulmaz. bundan ötürü de adana'da aytaç durak, ankara'da i.melih gökçek gibi 20-25 sene süren başkanlıklar pek mümkün değildir.

bu seçim sonucunda ise aslan payını iyi çalışan belediyeler, ilçe teşkilatları ve akp'nin altına girdiği ötekileştirici ve ürkütücü örtüye bağlamak gayet mümkün.

"herkes bindiği kayığın küreğini çekiyor"

şimdi her şey bir yana, sırf yayınlanan ses kayıtlarından ötürü oy dağılımında ciddi bir değişiklik bekliyorduk. peşin peşin söyleyeyim "ses kayıtlarına rağmen nasıl akp'ye oy verirler yea" diyip kimseye sövecek değilim. kaldı ki halk tabanının bu montaj olmadığı bariz olan bu kayıtların montaj olduğuna inanması garip değil. problem bu kayıtların montaj olmadığını anlatamayan muhalefette.

benim esas endişem, bu kayıtların bal gibi de gerçek olduğunu bilen fakat yine de çıkarlarını korumak adına bunun bir komplo olduğunu savunan insandan kaynaklı. herkesin bindiği kayığın küreğini seçmesi çok normal bir şey tabi. maddi ya da manevi, doğrudan ya da dolaylı bir şekilde sebepleniyor ve bunu da kaybetmek istemiyor olabilirsin. ama sanki yediğin bu bokun hesabını bir gün kendine veremeyecekmişsin gibi geliyor bana.

"ortamlarda ne diyoruz panpalar?"

şu "tatava yapma, bas geç" meselesine de hızlıca değinip geçeyim. fikir itibariyle gayet iyiydi ve gayet de başarılıydı. kimsenin de çıkıp "bakın tatava yaptınız kaybettik :(" deme hakkı da yoktur şu anda. zira zaten bu hareket oyu konusunda esnek olan pek çok kişiyi sırrı süreyya önder yerine chp'ye basmaya ikna etti. hdp'ye ve mhp'ye çıkan oylar, her koşulda kendi partisine oy vermek isteyen insanlara aittir ve bu insanlara "senin yüzünden kaybettik :(" diye çatan da pespayedir, hıncal'dır, uluç'tur.

bu hareketin başarısı da "acaba sırrı gerçekten bir alternatif midir?" diye düşünen insanları gerçeklere yaklaştırmıştır ve ssö'nün bölmediğini iddia ettiği oyların hakikaten bölünmemesini sağlamıştır. sanırım ki önder, işine gelmediği için hiç zikretmedi ama normal şartlarda chp'ye oy vermeyi düşünen pek çok insan bir süreliğine kendisine oy vermeyi de düşündü. yani ortada bir oy bölme kesinlikle vardı.

"köşke ben de adayım, tam istediğim türden bir memurluk"

fırsat bulmuşken cumhurbaşkanlığı seçimleri için de bir iki kelime edeyim. benim için seçim basit. eğer chp bir hukukçu aday gösterirse net biçimde desteklerim. hukukçu olmadı diyelim, akademisyen de olur. şöyle bir geçmişine bakar yüksek ihtimalle yine desteklerim. hukukçu veya akademisyen olmayan bir aday çıkarsa muhtemelen oy kullanmam diye düşünüyorum. ancak asker kökenli birisini aday göstermeye kalkarsa da direk olarak en güçlü rakibine oy veririm. çok net.

ya kafamdaki her şeyi yazayım dedim, çorba gibi oldu. geri dönüp yeniden okumayı da hiç istemiyorum şu anda. düşük cümle, anlatım bozukluğu, imla hatası falan yapmışsam takmayın böyle şeyleri kafaya, iki günlük dünya.

20 Şubat 2014 Perşembe

logos spermaticos -21-

birkaç ay evvel kendi başlattığım bir blog ile eleştiri yazmak konusundaki deneyimimi arttırmak üzere bir girişimde bulundum. yola çıkış amacımı ne zaman unuttum bilmiyorum, ancak bu eylemim ardı ardına fırsatlar doğurdu ve çok zaman geçmeden multiplayer'a yazmaya başladım. ardından da henüz çok başında olsa da indieregandi geldi.
tüm bu zaman zarfı içinde edindiğim çok kıymetli bir tecrübe oldu. eleştiriyi doğru, haklı ve sert yapmayan bir eleştirmen; olsa olsa bir pr'cıdır. (pr dediğim de halkla ilişkilerin ecnebicesinin kısaltması, nasıl oldu da kullanmaya alıştım aklım almıyor ya neyse bu başka bir yazının konusu)

"ambrose bierce olayım derken, fark etmeden ayşe özyılmazel olmak..."

inceleme ile eleştiri niye iki farklı tür gibi algılanıyor bilmiyorum. ancak eleştirinin arkasında dimdik duran kelimeler, ona incelemeden çok daha ulvi bir anlam yüklüyor. dolayısıyla oldum olası, çok büyük oldukları algısını yaratmış ve bununla beraber bir şekilde de büyümeyi başarmış şirketlerin avukatlığını yapan ibnelerden olmadığım için eleştirinin merkezinden çok da uzak olmamam gerekiyor.(sözüm sana ea, yolun yol değil, böyle devam edersen, bu oyuncu kitlesi tahtını siker haberin olsun.)

her neyse. dönüp yazdıklarıma baktığım zaman memnun olmadığımı fark ettim. fark etmek de iyi oldu, bundan şikayetim yok.

öte yandan hayatımdan memnun olmadığım da bir gerçek. yaptığımdan tatmin olamama hissini yeniden yaşıyorum. üzerine ihtiyaç içerisinde olduğum zamanlar da ekleniyor. maddi, manevi...

ilerleme  içgüdüsü bu olsa gerek. dün ne yaptığımızın hiçbir önemi yok; yarın ne yapacağımız bizi rahatlatan...

31 Ocak 2014 Cuma

evde oturan bir adamla beraber olmayın

"don't date a girl who travels" (seyahat eden bir kadınla beraber olmayın) diye bir yazı dolanıyor son birkaç gündür sosyal medya feedlerimde. kısaca seyahat eden insan üzerine bir sürü saçma sapan stereotipten bahsedip, bu özelliklerin beraber olacağınız insanda olmasını istemeyeceğiniz türden özelliklermiş gibi anlatıyor. merak etmeyin, şimdi o yazıdan hareketle parodi tadında bir yazı yazmayacağım. onu çoktan yapmaya başlayan vardır, onu da görürüz yakında.

benim garibime giden, bu yazıyı ne kadar çok insanın beğendiği. şaşkınım ve sanırım yazının son derece aptalca olduğunu tek düşünen de benim.

aptalca demişken, bu argümanımı temellendirmem gerektiğinin farkındayım. ancak tam olarak nasıl tarif edebileceğimi bilemiyorum. şöyle örneklendirerek açıklayayım:

dilime gelen sıfatların içinde en naifiyle tarif etmem gerekirse -çok da aklı selim insanlar beğenmiş, sıfat seçimimde sivrilmeyi de o yüzden yakıştıramıyorum- bu yazı aptalca. çünkü özünde "seyahat eden bir kadınla beraber olmayın" demek "evde oturan bir adamla beraber olmayın" demekten farklı değil. her ikisi için de sayfalarca sebep listeleri oluşturabilirsiniz. hatta "eriğini tuza banmayan adamla beraber olmayın" demekten de hiçbir farkı yok bu söylemin.

yazıyı yazan kişiye söylemek istediğim şudur ki, ne kadar salakça şeyler yazmak istediğin konusunda hiçbir engel yok. iyi kötü yazmak eylemini geniş zamanda yapan bir insan olarak benim de sık sık salakça yazdığımın ispatlarını bulmak da zor değildir. böylesi yazılar yazmak da en tabii hakkımızdır. ancak bunu yaparken azıcık da hedef almadığın kitleyi ki bu durumda bu kitle evde oturan adamlar oluyor, ne gibi zırvalara maruz bıraktığını bir düşün.

ironi yapıyorsan, evde oturan adamın hayatını ve ilişkisini ziktin attın haberin yok; yok eğer ciddiysen, bu sefer de evde oturan adama "bir işte dikiş tutturmuş" -ki şahsen tutturamamış bir insan olarak söyleyebilirim ki büyük bir strestir-, "başkalarının beklentilerine göre yaşamış", "sıkıcı" vb. bir sürü sıfatı yakıştırdın. hayır bilmiyorum ki benimle derdin ne?

işin esprisi bir yana, benim seyahat etmeyen sıkıcı bir adam olmakla ilgili bir sıkıntım yok. ancak bu yazıyı yazan kişi, insanların hangilerinin sıkıcı olduğunu tayin etmek ve bu insanlar üzerinden dolaylı olarak "hayat nasıl yaşanırmış onu anlatmak" gibi bir küstahlık içerisinde.

evladım, yapmayın. tepemizde neyi yapıp neyi yapamayacağımızı tayin eden çok sayıda dalyarrak var zaten. (bu cümleyi okumayı bitirdikten sonra en az 5 tanesi aklınıza gelmiştir bile) bir de biz kalkıp birbirimize etiketler yapıştırmaya başlarsak halimiz nice olur?

insan denen hayvan; geçmişi olanlar ya da gerçekler ile değil hatırladıkları şekilde anıyor, birbirlerini oldukları kişiler için değil "olduklarını düşündükleri" kişiler sandıklarından seviyor.

kendi gerçeklerimizle, içinde yaşadığımız gerçeklikler arasında bir senkronizasyon problemi var.

bir de bana çok mühim tavsiye veriyormuş gibi gelmeyin. 

kalbinizi kırmak istemiyorum.

sürç-i lisan ettiysem affola.

1 Ocak 2014 Çarşamba

ikibinondört

dün gecenin insanlarda yarattığı öfori, çabuk sona erdi. dün gece fırsat olmadığı için bugün konan facebook fotoğrafları sizi yanıltmasın.

misal, google'ın 2014 doodle'ına bir tıklayın. otomatik olarak yılbaşı aramasını yapsın. ilk iki link taciz ve tatsız olaylar ile ilgili haberlerin sitelerine ait. üçüncüsü ise milli piyango sonuçları -ki ben bunu da hayal kırıklığı olarak yorumladığımdan benim gözümde negatif bir olay-. tabi google'ın aramaların sonuçlarını kişiye göre farklı verdiğini -bunu bana uygulamalı olarak öğreten ve 2013'ün son çeyreğinde kaybettiğimiz hocam Vedat Çakmak'ı da anmadan geçmeyeyim- unutmamak lazım. ama aşağı yukarı hepimiz bu sonuçlara ulaşıyor olmalıyız.

"...goodness is murdered, mediocrity thrives..."

bill hicks tek kişilik gösterisinde bunu söylediğinde hâlâ 1992 senesinin takvimlerini kullanıyorduk. o yılları iyi hatırlarım, çünkü o yaz sünnet olmuştum.

mesele yine bir şekilde benim sikime geldi, halbuki onu demeyecektim. her ne kadar sünnetim ve düğünü hatırlıyor olmam doğru olsa da bill hicks ile tanışmam youtube'un icadıyla aşağı yukarı aynı senelere denk gelir. teknoloji iyi bir şey. (burada benim "gidin bir bakın" dememi beklemeden, google'ı açıp kendisini araştırmış ve bir iki gösterisini izlemiş olmanız gerekiyor.)

"90'lar ne acayipti yeaaa" olan 90'lardan bahsediyoruz bu arada, bunun da altını çizeyim. pek çoklarımızın bayıldığı, özlemle andığı o yıllara dair yapılan bu yergiye ben bayılıyorum; zira her senenin (her geçen günün) bir öncekinden daha kötü olduğuna dair olan tespitimi destekliyor.

iyi olan her şey birer birer katlediliyor ve vasat olan, hüküm sürüyor.

"bu yılbaşında daha evvelkilerden farklı olarak evde oturdum ve daha önceki senelerde yaptıklarımı yapanlarla alay ettim."

bunu açık açık söylüyorum ki herhangi bir iki yüzlülük ya da gıcıklık içerisinde olmadığımın altını çizebileyim. gerçi "alay ettim" demek doğru bir ifade olmamış olabilir. sonuçta kimin ne yaptığına dair olan ilgim 90'lı yıllarda her yılbaşında zap yaparken gördüğümüz şovmenlerin çükünden daha minik.

benimki daha çok bir "evde olma" hissini perçinleme çabasıydı, şimdi net bir biçimde söyleyebiliyorum. nicedir "yılbaşı" dendiğinde aklıma, şarköy'de, büyüdüğüm ev geliyor. o evden bu yana toplamda 6 ev değiştirmiş bir insan olarak söylüyorum ki bu ciddi bir problem. bir yere ait olmak, bir evim olduğunu bilmek derdiydi benimki yani aslında. şimdi yaşadığım yere ait bir anı yaratayım istedim ve maalesef ki sefil bir biçimde başarısız oldum. halbuki çok da çaba harcadım.

planlarımı soran arkadaşlarımı atlattım (burada her ne kadar "yılbaşını benimle geçirmek isteyen bir sürü arkadaşım var" iması yapmaya çalışsam da bunun külliyen yalan olduğunu söylememeye içim el vermiyor.). sonra yılbaşı gecesinde bir takım minik etkinlikler yarattım; şakalı beylikdüzü'nde yılbaşı twitleri, belirli aralıklarla odamdan çıkıp annemin izlediği şeye saçma yorumlar yapmak, babamın patlamış mısırına falan dadanmak, oyun oynamak falan gibi. hedefim öyle çok da büyük değildi, "evde hissedeyim" yeterdi., olmadı.

sanırım bugüne kadar gerçekten bir evim oldu ve o da şarköy'dü (üsküdar'dan da "açık ara farkla ikinci" olarak bahsetmezsem ayıp olur sanırım).

"2013 iyi ki bitti, çünkü çok insanlar öldü :("

2013'te çok güzel insanlar kaybettik, doğrudur. ancak balık hafızalılığın da lüzumu yok, 2012'deki kayıplarımız da oldukça ağırdı. geçen yıl kaybettiğimiz -yukarıda da bahsettiğim- Vedat hocanın vefatı beni en çok etkileyen vefat oldu sanırım. ancak burada daha evvelki senelerde yaşanmış Melike (Batur Yamaner) hocanın vefatını hatırlatır, kedere boğarım sizi. bu bahsettiğim güzel insanları tanımayanlar vardır bu yazıyı okuyan muhakkak. onlar için de ünlülerden başlar, uzunca yazardım; ancak yapmayacağım. ben Kemal Sunal'ın ölümünü tam olarak atlatamadım diyeyim, siz anlayın.

yaşadığımız kayıpların üzüntüsünün, bunları ne zaman yaşadığımız ile bir ilgisi yok.

yazıyı tamamlarken 2013'te aldığım -ve muhtemelen şu ana kadarki hayatımın- en ağır hayat dersinden ve onu veren insandan bahsetmeden geçmeyeyim. hayır, hikayeyi uzun uzadıya anlatmayacağım; çünkü sizler pek de ilgi çekici bulmayacaksınız. çok kısa süreyle bir seferliğine karşılaştığınız insanlar dahi -eğer niyetiniz de varsa- çok şey öğretebiliyorlar size. bunu da bazen yalnızca -hiç de sıradan olmayan- bir gülümseme ve iki kelimeyle yapabiliyorlar: "teşekkür ederim."

"hayır, ben teşekkür ederim."

umarım karnın toktur ve başını sokacak bir yerin vardır..

yazı biraz uzun oldu, affola.
buraya kadar okuyan olduysa, teşekkür ederim,
cürmüm kadar selam ederim.