8 Aralık 2015 Salı

benim sevgili aliye'm

"muhakkak ki hayatımda yaptığım ve yapabileceğim en iyi iş seninle hayatımı birleştirmek oldu. bundan sonra ne diye kederli ve üzüntülü şeyler yazalım... ikimiz de yalnız neşeden ibaret mektuplar yazmalıyız. mektubundaki "beni istediğim kadar sevmezsen ölürüm" cümlesini belki elli defa okudum. ah aliye, seni isteyebileceğinden çok seveceğim. benim nasıl sevebileceğimi göreceksin... içim şimdiden istanbul'a gelmek, seni görmek iştiyakıyla dolu... şiir kitabının sonlarındaki yazıları kıskanma. hiçbir zaman dolmamış olan boş gönlümün sesleridir onlar. sen benim bütün kafamı ve ruhumu doldurduğun zaman bak neler yazacağım. sana bu mektupla beraber bir şiir gönderiyorum. bu şiir bütün mazim ile alakamı kestiğime alâmettir. yeni bir hayata, aydınlık, sevgi ve fedakârlık dolu bir hayata atılmak üzere olduğumu biliyorum. asıl senin için fedakârlık yapmak bana en büyük saadeti verecektir. yalnız senin için yaşamak, hayatımdan senden başka her şeyi silip atmak istiyorum. fikirlerimi, gayeleri seninle paylaşmak, doğru bulduğumuz şeylere beraber inanmak istiyorum.

etrafın seni sıktığı zaman kitap oku... ben şimdiye kadar her şeyden çok kitaplarımı severdim. bundan sonra her şeyden çok kitaplarımı severdim. bundan sonra her şeyden çok seni seveceğim ve kitapları beraber seveceğiz. insan muhitin bayağı, manasız, soğuk tesirlerinden kurtulmak istediğim zaman yalnız okumak fayda verir. bana en felaketli günlerimde kitaplarım arkadaş olmuştu. fakat bu yetmiyor. şiirlerimde de gördün ki kitaplara rağmen çok ıstırap çektim. çünkü candan bir insanım yoktu. sen benim yarım kalan tarafımı ikmal edeceksin."*

başkalarının mektuplarını okumak, hiç tanımadığınız/tanıyamayacağınız insanların şahsi hayatlarına ortak olmak, garip.

yukarıda mektuptan sonra gelen 40-50 sayfadaki mektuplar boyunca iki insanın evlilik öncesi telaşına, ailelerin işe karışmasına falan tanık oluyorsunuz. siz nasıl hissedersiniz bilemem, ancak ben kendim nasıl hissettim onu da bilemiyorum. yani en azından tarif edemiyorum.

vakti geçmiş bir iletişim yöntemi olabilir, kabul. ancak siz yine de mektuplar yazın sevdiklerinize.

---

* "canım aliye, ruhum filiz", sf. 17. (sabahattin ali'nin eşi ve kızına yazdığı mektuplar)

4 Kasım 2015 Çarşamba

kitap okumaktan ve yabancı dil bilmekten ne kazandım

şimdi istiyorum ki lafa, ne okuduğum kitabı ne de izlediğim filmi doğru dürüst anlatamayışımdan ve önce ingilizce sonra fransızca öğreneyim derken türkçe'min bozulmasından gireyim. öyle de girdim.

ama emin olun kitap okumaktan da yabancı dil bilmekten de çok şey kazandım. aşağıda okuyacağınız, başımdan geçen anektod da bunun bir kanıtı.

şimdi efendim bugün ofisten çıktım, kadıköy'e geçmek üzere kabataş iskelesinden motora bindim. yanımda "çavdar tarlasında çocuklar" kitabı vardı bir süredir okuduğum, çıkarttım okumaya başladım.

tabi göz ucuyla sağımdan solumdan geçenler gözüme çarpıyor, ama konsantrasyonum şahane. derken "excuse me..." diyen ingilizcesi biraz aksanlı bir hanım kızın sesiyle irkildim, "do you speak english?". o an doğum yerim keşan değil de cambridge'mişçesine "sure I do" diyiverdim.

ne okuduğumu sordu, beklemediğim refleks ile kitabın türkçe adını söylemek yerine orijinal adını söyleyiverdim: "catcher in the rye". kendisi pek anlam veremedi. zaten aksanındaki inceden fransızca konuşan insan tınısını fark ettiğimden, üzerine bir de "l'attrape-coeur" diyince afalladı. bu sefer de "parlez vous français?" diye sordu. "evet, türk/fransız bir üniversiteden mezunum, ama ingilizce'yi tercih ederim" diyince galatasaray'dan mezun olduğumu anladı ama tahmin ettiğim şekilde bir kendini beğenmişlik yapıp da konuyu üstelemedi.

ardından erasmus öğrencisi olduğunu söyleyip türkçe öğrendiğini "türkçe öğreniyorum, ama zor" şeklinde türkçe bir cümleyle ifade edip "kitabın türkçe adı ne? okusam yararı olur mu?" diyerek ilgisinin elimdeki kitaba olduğunu belirtince; ben bi an kendimi kaybedip türkçe, ingilizce ve fransızca karışık olarak, ""çavdar tarlasında çocuklar", "catcher in the rye"dan çeviri. ama "l'attrape-coeur"den yapılan çeviri "gönülçelen" olarak çevirildi"" falan diye mevzuyu uzun uzun anlatınca biraz şaşkın dinledi ama nihayetinde kendisine önermedim.

derken zaten kadıköy'e yanaştık. teşekkür etti, elimi sıktı. yarı yarıya hem saflıktan hem de zaten öyle bir insan da olmadığımdan ne adını, ne okulunu ne de nereli olduğunu sormadım. güzel kızdı, ama pişman değilim.

nitekim diyeceğim şu. elinizde akıllı telefonunuz mal mal atilla taş twitleri okurken hiç kimseyle böyle bir diyaloğa girmeniz mümkün değil. kitap okurken de yüz yılda bir olur böyle bir diyalog, ancak hiç olmazsa iki satır güzel bir şey okumuş olursunuz.

ayrıca "excuse me" diye seslenen birisine "do you sex" demiyor oluşunuz da size kendinizi iyi hissettirecek bir şey. üzerine bir de çat pat kimsenin konuştuğunuzu tahmin etmediği bir dilde konuşmaya başlayarak karşınızdakini şaşırtabiliyorsanız, minik bir gurur bile duyuyorsunuz kendinizle.

demem o ki kitap da okuyun, dil de öğrenin. başınıza açılacak bu gibi işler, gününüzün en ilginç anları olabilir.

26 Ekim 2015 Pazartesi

gelin size niçin askere gittiğimden bahsedeyim

"bu dönemde askere mi gidilir?" sorusu ağustos ayında askere gitmeye karar verdiğimden beri aldığım tepkiler arasında en sık kulağımda çınlayan oldu.

şu noktadan sonra lüzum görmesem de ilk etapta mümkün olduğunca yalnızca yakın çevremle paylaştım bu haberi ve sağolsun duyan herkes de iyi niyetle askerliği erteleyebilmem adına bir takım alternatif çözüm önerileri sundu. ben de dilim döndüğünce bunların niçin bir çözüm olmadığını anlatmaya çalıştım.

silahlı kuvvetlere teslim olmak haricinde bir çözümü, şimdi geriye baktığımda da göremiyorum. kaçmak, pek çok konuda aktif olarak uygulayabileceğiniz bir eylem olsa da er ya da geç öyle bir noktaya geliyorsunuz ki geri dönüp kaçtığınız şeylerle yüzleşmeniz gerekiyor. genel olarak askere gitmeye karar vermemde bu var aslında.

bir de profesyonel hayatımdaki tatminsizlik de ekleniyor bu kararı almamdaki sebeplere. yanlış anlamayın, işimden gayet memnunum. ancak işimin doğasında mı var, benim karakterimden mi kaynaklanıyor bilmiyorum; sık sık tam olarak neyi başardığımı sorgularken buluyorum kendimi. bulunduğum noktaya gelmek için sıkı çalıştım; ancak gidecek uzun yolu gördükçe, iki adım ileri bir adım geri halimden, "aldım-verdim" adımları atar halimden memnun olmam mümkün değil.

askere gitmek bu problemi çözmüyor elbet. ancak bazen ne kadar yol gittiğinizi görmek, neler başardığınızı kavrayabilmek için durmak, eylemsizlik durumuna geçmek işe yarıyor. askerlik mefhumu türkiye'de bundan başka bir şey katmıyor ben gibilere.

yazarken hep "iş"ten sonra "aşk"a meylediyorum ama ıskaladığım mutluluk fırsatları bu mevzunun hiçbir yerine tam oturmuyor, dolayısıyla es geçiyorum.

insan okuduklarından çok şey öğreniyor. bu sürecin başında, her şeyin birbirine girdiği bir noktadaki öfke ve keder anının da gitmeye karar vermemde etkisi var. hiçbir şey olmasa, bakalım "then came the war, old sport. it was a great relief, and i tried very hard to die, but i seemed to bear an enchanted life" diye bi dünya var mıymış kafasına girdim. o günler için her şey olası gözüküyordu. tabi sevk yerlerimiz açıklanıp da izmir'e gideceğim belli olunca ne gibi bir çıkarım yapacağımı bilemedim, doğruya doğru.

nitekim ne olsa, askere gidip de gittiği gibi gelen insan görmedim. belki değişen şeylerden bazıları işime yarar umuduyla gidiyorum işte.

enseyi karartmayın.

merak edene not: aralık itibariyle acemi birliği için balıkesir'e teslim olup eğitim sonunda usta birliği için izmir'e geçiyorum. haziran-temmuz falan gibi de dönmüş olurum.

21 Eylül 2015 Pazartesi

"gören de dünyayı kurtarıyorsun sanır"

pek çok kez işlerin yoğunluğundan ötürü göremediğim veya işle ilgili bir şeyin aklımı kurcalıyor oluşundan dem vurduğum güzel bir hanım arkadaşımdan bu tepkiyi aldım: "gören de dünyayı kurtarıyorsun sanır."

kendimle alakalı size samimiyetle ne söyleyebilirim bilemiyorum, ancak sizi temin ederim ki güzel kadınların söyledikleri şeyleri fazlasıyla ciddiye alıyorum.

özetle "my business is show business" yani evet dünyayı kurtarmıyor olabilirim. ancak dünyayı kurtarıyormuşçasına bir ciddiyetle yapmayı seviyorum işimi. sadece başarının öyle geleceğine inanmamdan değil, işkolik falan olma ihtimalim de uzak olduğundan, ondan da değil.

hayat gayeleriniz ve minik dertlerinizle sıkıcı olmanızdan...

havadan sudan konuşmaktan, on beş dakika sonra hiçbir şey ifade etmeyecek muhabbetlerden ötürü esas merak ettiğimiz şeylere vakit kalmadı.

halbuki sorulması gereken soru "ne var ne yok" değil, "nasılsın?" idi. ama öyle formaliteden sorulmuş, "iyiyim sen nasılsın" ile geçiştirilen "nasılsın" değil "hayır, gerçekten nasılsın?" idi.

bir önceki sevgilinizle aranızda ne olup da bittiği beni ilgilendirmiyor mesela. ancak olanlardan sonra nasıl hissettiğinizi merak ediyorum. acıyla veya belki de gelen rahatlamayla nasıl yaşadığınızı anlatırsanız dinlerim mesela. "peki ya bundan sonra ne var senin için?" sorusuna cevabınızla ilgileniyorum. sizi güldüren, üzen, korkutan, endişelendiren şeyler neler, önemli olan bunlar. (bak bunun güzel bir çizgi hikayesi de vardı)

işte kıymetli vaktimizi bunlar yerine sıkıcı ifadeler ve kelimelerle anlattığımız minik insan sohbetleriyle harcıyoruz. tam da bu yüzden, belki de sırf bir şeyi tutkuyla yapıyor olmak için, işimi dünyayı kurtarıyormuşum ciddiyetiyle yapmaya çalışıyorum.

belki de kısacık bir süreliğine olsun, aynı tutkuyla, siz neyi anlatırsınız işte onu merak ediyorum.

12 Ağustos 2015 Çarşamba

beni mutlu eden şey

öyle ya da böyle, tüm bunların bir şekilde bitecek olması.

en karanlık sırrım'la başlayıp, beni en çok korkutan şeybeni en çok öfkelendiren şey ve beni en çok üzen şey ile devam eden serinin yeni halkası: beni mutlu eden şey.

insan benmerkezciliğinin yarattığı "ölümden sonra yaşam" mefhumuna uzun uzadıya girip, mercimek kadar aklı olan insanları gücendirerek bana saldırmalarına sebep olmak istemiyorum. zira yorgunum.

ancak bizi bekleyen tek bir şey var, o da hiçlik. ve bu da bir noktada beni mutlu ediyor.

tüm telaşımız, endişemiz, kederimiz, hüznümüz, kavgamız hepsi öyel ya da böyle bir şekilde son bulacak. zaman zaman sesli söylemekten de çekinmediğim üzere, bilhassa benim için tüm bunların nasıl son bulacağını biliyorum. ve bu da -kabul etmek gerekirse zaman zaman huzursuzluk ve mutsuzluk verse de- nihai olarak burnumun ucuna değil de karşı kıyılara baktığımda bana huzur veriyor.

bazen yazarken ne yazdığımın takibini kaçırıyorum. dolayısıyla bir önceki paragrafta ne yazdığımı anlamamış olabilirsiniz. çok da uğraşmayın, ihtimal ki saçmaladım ve geri dönüp düzeltecek kadar takatim yok.

ki zaten ne olsa nihayetinde tüm bunlar bir şekilde biteceğinden, bunun hiç de önemi yok.

ve bu da beni mutlu ediyor.

4 Ağustos 2015 Salı

beni en çok üzen şey

insanlık olarak geldiğimiz noktadır.

en karanlık sırrım'la başlayıp, beni en çok korkutan şey ve beni en çok öfkelendiren şey ile devam eden serinin yeni halkası: beni en çok üzen şey.

insanlık olarak geldiğimiz nokta diyince çok genel oldu ve çok da örneğim var, ancak hemen olmuşlarından seçeyim.

ilk evvela aklıma "içten teşekkür etmek" eyleminin anlamını bana öğreten ağabey geliyor. maçka parkı civarında yürüdüğümüz bir gün, yol kenarında oturmuş bu ağabeyin yanından kendisini görmezden gelip geçmeye kalkıştığımızda; seslenişinden ötürü, üç kağıtçı dilencilerden ya da mendil satan tiplerden olmadığını sezip ve kendisini geçip biraz yürüdükten sonra yiyecek bir şeyler alıp kendisine geri getirdiğim bir gün oldu.

o gün elimdeki poşedi bu ağabeye verdiğimde hayatımdaki en içten, en neşeli ve bir o kadar da ağır "teşekkür ederim"i duydum. bu olayın üzerinden yıllar geçti, ancak hâlâ hatırlayıp sahip olduklarımıza burun kıvırmamızı, birbirimizle alıp veremediklerimizi, dertlerimizi, tasalarımızı sikesim gelir.

bir diğer hikaye ise şöyle...

genç ve güzel hanım kızımız arkadaşlarıyla birlikte eğlenmek için bir mekana gider. içilir, eğlenilir, dans edilir... edilmesine edilir, ancak edilirken ihtimal ki hayatında binbir tribe girip güç bela aldığı profesyonel bir canon makinesiyle, sikiğin teki tarafından fotoğraflandığını fark eder. bunun sorucunda çok da detayına girmeyeceğim sinir bozan, kalp kıran bir takım tartışmalar yaşanır. halbuki bu gibi bir durumda yalnızca bir bira şişesi, bir canon makine bir de kafatası kırılmalıdır; kalpler değil.

işte bu hikayenin böyle bitmiyor olması ve benim olduğum yerde bir insan için böyle bitemiyor olması da beni en çok üzen şeyin bir parçası.

başta da dediğim gibi örnekleri sonsuzluğa dek çoğaltabilirim, ama çoğaltmayacağım. sadece kendimi bir türlü anlatamayışımı, ifade edemiyor oluşumu da eklemeden geçmeyeyim beni üzen şeyler listesine. öyle de kalsın işte.

30 Temmuz 2015 Perşembe

beni en çok öfkelendiren şey

insanların salaklığı, cahilliği ve bunun farkında olmayışları.

birkaç ay evvel "en karanlık sırrım"ı ve ardından da "beni en çok korkutan şey"i yazmıştım. bu zincirin yeni halkası da beni en çok öfkelendiren şey oluverdi.

gerçekten öfkelendiğime şahit olan insanın az olduğuna inanıyorum. ya da en azından öyle olduğuna inanmak istiyorum, çünkü bana öfkenin işleri içinden çıkılmaz hale sokacağı hem öğretildi hem de tecrübe edip kendim de öğrendim. ancak henüz yirmi altı yaşımdayım ve havlu attım, artık insanların salaklığına tahammül edemiyorum, öfkelenip kontrolümü kaybetmeye meylediyorum.

şu noktada açıklığa kavuşturayım, kendim çok zeki olduğum yönünde algı yaratmaya çalışmıyorum. ancak zekanın vücudunuzdaki herhangi bir kası geliştirmekten farklı olmadığına inanan bir insan olarak aptallığı tolere edemeyecek duruma geldim. -tabi bir de kapasite meselesi var ancak konu o değil. yine de aptal olmak ile insan zekasının kapasitesine dayanması arasında sert bir çizgi olduğunu bilmek gerek.-

ne diyordum? hah aptallığa tahammülüm kalmadı ve bu da benim çabucak öfkelenmeme sebep oluyor. Thomas Raynesford Lounsbury isimli bey abimiz demiş ki "It never ceases to surprise me at the infinite capacity of the human mind to resist the introduction of useful knowledge."

yani bey abimiz diyor ki koca kafanızda sınırsız akıl var, ama işinizi görecek bilgiyi öğrenmemeye inatla direniyorsunuz. sizin ben o koca kafanızı sikiyim. kelime kelimesine çevirdim, bana kızmayın.

korkarım ki ya işimize gelmediğinden ya üşendiğimizden ya da bizden bir halt olmayacağından ötürü; öğrenmeye, saksıyı çalıştırmaya, azar azar, bilgi bilgi, cümle cümle yoksulluğu, haksızlığı ve daha bilimum insanlığımızdan utandıran şeyi yok etmeyi beceremeyeceğiz.

ben de gün geçtikçe daha da öfkeli bir insan olmaya devam edeceğim.

28 Temmuz 2015 Salı

beni en çok korkutan şey

yalnız kalmak.

daha evvel "en karanlık sırrım" diye de bir yazı yazmıştım bu yazı da zincirin ikinci halkası olacak gibi. ve evet, beni en çok korkutan şey yalnız kalmak.

halbuki hayatımın büyük kısmında sosyal becerilerimin de yetersizliğinden dolayı yalnız kaldım. pek çok arkadaşlığımın yanı sıra ilişkilerimi de öyle ya da böyle bir şekilde baltaladım. yalnızlıkta bulduğum huzuru -belki de sadec kaçma iç güdüsüyle- bir insanın eşliğinde bulamadım. herhangi bir arkadaş grubuna kendimi ait hissetmeyi bir türlü beceremedim, böyle bir grubun parçası da olamadım. en basit bir konuda bile yardım istemek becerebildiğim bir şey değil hâlâ...

"çelişkini sikeyim orhun'cuğum, derdin ne o zaman?" diyebilirsiniz pekâlâ. zira ben de kendime aynı şeyi söylüyorum; ancak bu yaratılışta bir insan olmak, malesef ki yapayalnız öleceğim gerçeğinden korkmama engel olmuyor.

kimsenin gerçekten de son âna kadar yalnız olamayacağını düşündüğüm günler olmadı değil. zaman zaman iyimser olduğum günler de olmadı değil.

ancak kendim gibi takıntılı bir insanın uzun süren anlamlı arkadaşlıklar kurmasının güçlüğünü yaşayarak tekrar tekrar hatırlıyorum. bazen şakayla karışık insanlara "tanısanız hiç sevmezsiniz" dediğim oluyor ki bu şakadaki gerçeklik payı, şaka payından epeyce fazla. takıntı yaptığım bir konu aklımdayken, insanlarla iki tarafın da hoşuna gidecek türde bir diyalog kuramıyorum. e bu da gayet muhabbeti çekilmez bir insan yapıyor beni çoğu zaman. (burada nadiren de olsa dünyanın en tatlı sohbetine sahip olduğumu eklemezsem kendime haksızlık etmiş olurum, içim rahat etmez)

bir diğer mevzu da inatla sırf para kazanmak adına mutsuz olacağım bir işi yapmamak konusundaki çabam. bilmem kaç sene içinde 20 bin maaş alacağım hayalleriyle bir ömür mutsuz yaşamayı ben göze alamıyorum. e mutlu olduğum işi yaparak da kıt kanaat anca geçiniliyor. ataerkil toplum gerçeğinin de dayattığı "evin direği erkek" mevzusunu da koy üzerine... ben tek başıma sürünürüm de bu şartlar altında ben elin kızına nasıl deyim hayde?

tüm bunları bir kağıda yazın sonra avucunuzda sıkın bir yumak yapın, hah işte yalnız kalacağım gerçeğinin somut hali elinizde. nitekim beni en çok korkutan şey de bu.

24 Temmuz 2015 Cuma

Şarköy: Bir şehrin hayatı ve ölümü

iki yıldan uzun süredir kendimi ait hissettiğim yegane şehre gidemiyordum. uzun süreli işsizlik, ardından iş hayatına adaptasyon falan derken azıcık adam olma emarelerini gösterip fırsat da bulunca gidiverdim. her neyse.

bu yazı benimle ilgili değil, şarköy ile alakalı.

yazı ve kışıyla iki farklı mevsimde bambaşka iki şehre dönüşürdü şarköy. bu kanıksadığımız ve açıkçası beklediğimiz de bir haldi. ancak bu son gidişimde gördüklerim şarköy'ün potansiyelinden uzaklaştığının ayaklı kanıtı oldu.

metrekare başına 3 aracın düştüğü, görüntü kirliliği yaratan billboardları ve sergi "şeyleri", estetikten uzak "çevre düzenlemeleri" ve daha pek çok saçma sapan değişiklikleriyle, koskoca şarköy, annesinin ayakkabılarını giyip makyaj yapmaya çalışan 5 yaşındaki kız çocuklarına benzemiş. ilk bakışta şirin gözüken, ancak son derece sevimsiz bir yer...

halbuki yüz senelik her yerleşim yerinin olduğu gibi, şarköy'ün hep kendine has bir dokusu vardı. çoğu devlet binası olmak üzere bir takım tarihi yapıları, sokakları, okulları vesaire... tabiki her şey dört dörtlük değildi. tüm yapısıyla belki biraz arada kalmış, ne olacağına karar verememiş, lümpen bir ilçe oldu hep şarköy. yine de bu haliyle bile bir noktaya kadar tolere edilebilirdi, ettik de.

ancak "büyüme" adı altında suni bir ivmeyle zorlanarak dikilen tonlarca beton, şarköy'ü potansiyeline yaklaştırmak bir yana, olabileceğinden daha da rezil bir noktaya geri çekmiş.

güzel şeyler de olmuş şarköy'de. düzenlemesi güzel yapılmış bir sahil şeridi bölümü ile kent müzesi gibi. ancak kanser hızlı yayıldığı için, umut da taşıyamıyor insan.

benim gönül bağım var, sevdiğim çok sayıda insanı da ancak orada görebiliyorum ve yine bir gün şarköy'e gideceğim kesin. ancak tüm bunlara sahip olmayan bir insan niçin şarköy'e gelir anlamıyorum.

belki artık şarköy benim değil, ancak yine de şarköy'e ait anılarım var ve kimse de bunu benden alamaz. her ne  kadar kalbimi kırsa da, en azından bununla teselli bulabilirim.

"and so we beat on, boats against the current, borne back ceaselessly into the past."

12 Haziran 2015 Cuma

gebe bırakan kelimeler -27-

basitçe, insanların iki tür eyleme meyili var: dibe batmak veya uçmak.

biri dibe batmaya, diğeri uçmaya meyilli iki insanın bir araya gelişi, kendi halinde bir felaketin tezahürü. bundan dolayı, dibe batmaya meyilliyseniz, uçmaya meyilli olan insanlardan, o güzel insanların hatırına, köşe bucak kaçın.

dibe batan insan olmak kolay değil elbet. sonuçta dibe batıyor oluşunuz, kendi ağırlığınızı çekemiyor oluşunuzdan geliyor. ama bu, yükünüzü bir başkasının sırtına yüklemenize, ayak bileğinden yakalayıp kendinizle birlikte aşağıya çekmenize mazeret değil.

uçmaya meyilli insan için, göklerden inmek ürkütücü olmayabilir belki. ancak ona yapılabilecek en büyük kötülük, gökte süzülebileceği yerde, su yüzüne çıkabilmek için boğuşmaya mahkum etmek.

kendi ağırlığınızı kendiniz çekin. bırakın o güzel insanlar ait oldukları yere, göklere çıksınlar.

26 Mayıs 2015 Salı

gebe bırakan kelimeler -26-

özümüzde, kaç yaşında olursak olalım, erkek çocukları olduğumuz doğru. içinde bulunduğumuz sosyal yapı ne kadar izin veriyorsa tabi...

her şeyi hak eden birine, her şeyi vermek isteyip; hiçbir şeye sahip olamamaktan ötürü verememek ne demektir mesela tam da bu yüzden çok erken öğreniyoruz. içimizdeki mutluluk umudu da aslında o zaman ölüyor. geçim sağlama içgüdüsü güç kazanıyor ve "ne yapsan yetmiyor" isimli karanlık içimizde büyüyor, böyle böyle yitip gidiyoruz.

"var olmak ağır iş başka iş istemem." diyorum sık sık, bir kez daha diyeyim. hayat bu açıdan fazlaca acımasız.

geçecek gibi değil, beraber olmayışımıza dertleniyorum sık sık. aslında gönülsüz alıştım buna vaktiyle, ancak bu hiçbir şeyi kolaylaştırmıyor. neyi kaçırdığını hayal etmek ile, neyi yitirdiğini bilmek arasında kıldan ince kılıçtan keskin bir çizgi var, azıcık oynatsan can yakıyor.

ancak senelerden beri bildiğim bir şey var, o da tüm bunların nasıl sona ereceği. bilmediğim ise o noktaya nasıl geleceğim.

SbmY

30 Mart 2015 Pazartesi

en karanlık sırrım

uzunca bir süre, annemin öldüğü gün intihar edeceğimi düşündüm.

"artık başka türlü bir geleceğin mümkün olduğuna inanıyorum" demeyi isterdim ve belki bu sırrı açık etmeyi düşündüğüm ilk anda bu yazıyı yazsaydım diyebilirdim de... intihardan çok, intihar fikriyle ilgiliyim ve takıntılı olduğum pek çok konudan yalnız bir tanesi nihayetinde.

ancak biliyorsunuz ki hayat kimseye öyle nazik davranmıyor sevgili romalılar.

inanmayacaksınız, ancak hayatımın uzunca bir döneminde iflah olmaz bir iyimserdim. bakmayın şimdi böyle intihara meyilli karamsar bir insan oluşuma.

çaresizlik, karamsarlık ve hıyarlık... bunların hepsi sonradan öğrenilen şeyler.

itiraf etmek gerekirse, en başta kendim olmak üzere herkes için hep en güzel şeyleri diledim ve yine başta kendim olmak üzere kimsenin de başına güzel şeyler gelmedi. tabi vaktiyle kötü şeyler tek benim başıma gelirmiş gibi hissetmekten ötürü de içeride bir şeyler büyümeye başladı. kontrol altına alınması gereken bir takım şeyler...

velhasılıkelam en başta karamsarlık olmak üzere bu bir takım şeyler büyüdükçe büyüdü. varlığını inkar ettikçe, bastırdıkça kontrol altına almak daha da güçleşti.

ne olsa, benden bilinsin. zira yoruldum.

tekrar tekrar geçmişe dönüp, mücrim gibi üzülmekten yoruldum.

darmadağın, ne anlattığımı kendim bile bilmediğim şeyler yazmaktan ve böylesi yazmak ihtiyacından da yoruldum.

22 Şubat 2015 Pazar

gebe bırakan kelimeler -25-

konuya nasıl gireceğini bilen bir insan olamadım hiç. girizgah, hep vakit kaybı gibi geldi. veda etmeyi becerememekten ötürü de bir türlü konuyu nasıl sonlandıracağımı bilemedim. hep meseleye göbeğinden giriş yaptım, dolayısıyla da bir türlü kendimi anlatmayı beceremedim.

belki de en büyük problemim, unutmuyor olmam.

insanların değişmediğine olan inancım, bir kelime farkla sarsıldı. değişmeyen insan değil, insan doğasıymış. kimsek o'yuz ve kendimize söylediğimiz yalanlar bunu değiştirmiyor.

kendimi kötü hissettiren ne varsa, hiçbirini unutmuyorum. gecenin bir yarısı beni uyanık tutan ne varsa; öfke, pişmanlık ve utanç duyarak hatırlıyorum. bazı günler böyle hisleri kontrol altına almak ya da bu hislerle yaşamak daha zor oluyor. gerçekten de en aklı başında insanı dahi dengesizliğe, kötü geçen tek bir gün itebiliyor... ya da doğum günüm yaklaşıyor diye yine böyle hissetmeye başladım, bilmiyorum.

öte yandan, unutmayınca özlediğin şeyler de oluyor ki az evvel bahsettiklerimden çok farklı hisler uyandırıyor. özlüyorum mesela. özellikle arkadaşlarımı. üniversiteden arkadaşlarımı, lise arkadaşlarımı, ilkokul arkadaşlarımı, çocukluk arkadaşlarımı... çoğunun bundan haberi bile yok.

bir de bir türlü tatmin olmuyorum.

daha fazlasını isteme halinden bahsetmiyorum. bir türlü kendimi memnun edecek bir şeye imza atabilmiş değilim. kendimde saygı uyandırmıyorum.

onca yıl, onca yol gittim. yine de gitmem gereken uzunca bir yol var. öğrenecek daha çok şey var. ancak adım attıkça memnun olmaktan daha da uzaklaşıyorum.

tatmin olmadıkça; iyi bir insan olmakta, her geçen gün daha da güçlük çekiyorum. çocukluk arkadaşım değilseniz, bu söylediğimin ne anlama geldiğini kestiremiyor olabilirsiniz. ama özetle bugün olduğum yarım yamalak insan haline gelmem de öyle kolay olmadı. çocukluğumda "problemli" diye anılmamışsam bunu sessiz bir çocuk olmama borçluyum ve dizginleri bırakırsam en başa dönmekten korkuyorum.

huzur bulmuyorum.