23 Aralık 2011 Cuma

gsü, ben fazla kalmayacağım

acısıyla tatlısıyla 4'üncü sene...

ben, defalarca bulunduğum yerden şikayet etmiş biri olarak, şaşırmıştım kendimi galatasaray üniversitesine böylesine ait hissetmeyi. gerçi çok da şaşılacak bir şey yok bu durumda, malumunuz bir güzel şehrin, en güzel yerine okul yapmışlar.

ancak dışarıdan bakana çok güzel, içeriden bakana hüzünlü.

anlatmak istediğim noktaya gelmeden önce, biraz evveline dönmek gerek. insanların eylemleri, onların yerine konuşur. buna inandım. bu yüzden yaptığım işlere hep dikkat ettim. ince eledim, sık dokudum. çünkü bir kere eyleme geçtiğiniz vakit, artık inkâr mümkün değildi.

neden bahsediyorum? fikri haklarına sahip olduğum her şeyden. bir sinema televizyon öğrencisi olarak, sahip olabileceğim şeyler yani. hala idealist olarak harcayabileceğim birkaç senem varken önümde, bunu en iyi şekilde değerlendirmek istedim, istiyorum. bu yüzden bu zamana kadar da ne yapmam gerektiyse, bunun benim bakış açımdan kabul edilebilir bir şey olmasına dikkat ettim. şu ana dek, iyisiyle kötüsüyle benim diyebildiğim tek iş de dijital radyo uygulamaları dersim için hazırladığım istanbul film festivaliyle âlâkalı ve tabiri caizse "out of date" olan radyo programım oldu.

şimdi bir de televizyon programcılığı dersi için çekeceğimiz televizyon programı var. az evvel bahsetmeye çalıştığım tüm konular bunun için de geçerli. yani göğsümü gere gere "ben bu programın yapılmasında şunu yaptım." diyebileceğim bir şey olsun istedim. kendi program önerimi ona göre tasarladım ve verdim. daha güzelini ve daha sosyal sorumlusunu düşünen bir sınıf arkadaşımın programına tabiri caizse yamandım. çünkü yapılacak iş daha ciddiydi.

uzadıkça uzadı, biliyorum. ama bahsetmeden de edemeyeceğim. konu cumartesi anneleri. yani öyle çok bilgi sahip olduğum bir mesele değil. aslında ana akım medya pek ilgi göstermese de yine de öyle orjinal bir konu da değil. dinlemeyen kulaklara rağmen seslerini bir şekilde duyurabilen insanlar bunlar ve yapacağımız programın çok özgün bir şey olacağını da düşünmüyorum. ancak önemli olanın bu olduğunu da düşünmüyorum. yapılabilecek pek çok -ve göreceli olarak daha kolay- şey varken bu konuya eğilecek olmak, bu konuda bir program yapmak beni heyecanlandırıyor. yani tam da istediğim gibi keyifle anlatacağım bir şey olacak.

şimdi yazıya gsü'yle girip konuyu buraya getirmemin sebebine dönelim. bahsettiğim program, yarın çekilecek. bunun için de ekipmanlarımızı iki gün evvelden aldık. kamera, tripod, mikrofon, ışık... binlerce liralık ekipman... bu günden evvel adam akıllı el süremediğimiz ekipmanlar bunlar. tüm bunların yanında da sevgili okulumdan  "kırarsanız ödersiniz." şeklinde gelen "ha bir şey oldu, ha olacak" korkusu. bir de verilmeyen ekipmanlar var ki "gg" korkusuyla onu es geçiyorum şimdi.

ekipmanın taşınması zor olacağından paylaşımı yaptık. kamerayı da ben aldım eve geldim. ses, görüntü ve lüzumlu ayarları öğrenmek için test yapacağım sözde... çantanın fermuarını açıyorum, ilk önce bir elim titriyor. bilinçaltıma sıçıyorum korkudan. bir duruyorum sonra. "oğlum orhun" diyorum, "sen 22 yaşında sinema derdine düşmüş bir adamsın, çaresi yok çekeceksin eğ başını yürü usul usul."... ekipman milyarlık, zihniyet "23 centlik asker" zihniyeti. ekipman kadar kıymetin yok okulunun gözünde. kamerayla denize düşsem, çıkıp okula gelsem, "nasıl kurtuldun?" demezler, "kamerayı kurtaramadın mı?" derler. parasını da alırlar. öyle bir duruş var.

her neyse, yazdıkça yazdım. durum şu ki, ben bu tavır karşısında bu programı yapmak zorunda olmasam "siktiret" diyip yapmayacak noktaya geldim. neredeyse şükredeceğim zorunda olmak haline... yalnız düşünmeden de edemiyorum, ya bir gün içimden geldiği için yapmak istediğim bir şey olur ve ben bunu sırf hevesimi kıran sevgili okulum yüzünden yapmaktan vazgeçersem ne olur?

bu kadar uzun yazı yazdım ve bir bok anlatmadım. neyse gsü, kodumu söyleyeyim mi kodumu?

17 Aralık 2011 Cumartesi

logos spermaticos -9-

eskişehir yolundayken düşünmek için epey vaktim oldu -gerçekten, epey vaktim oldu.-. aklıma bir ara formspringten sorulmuş olan ama bir başkasına sinirli olduğumdan yanıtlamadığım soru geldi. malum, sike sürmeye aklı olmayan insanlar, işgal girişimindeydiler o aralar. her neyse, soru aşağı yukarı şöyleydi: "hayatında yapıyor olduğun kötü bir şey ve de iyi bir şey?". tam olarak soru da değilmiş aslında.

bunu soran sevgili anonim dostum, eğer bunu okuyorsan ne âlâ, okumuyorsan da güzel sormuşsun teşekkür ederim.

yaşamak ile meşgulken yaptığım pek çok kötü şey var; ancak bir tanesi var ki onu yaptığım iyi bir şeyi söylerken de yapacağım: büyük büyük kelimeler kullanmak. küçük zihinlerin yönettiği bir dünyada yaşıyoruz, sözlerin değil eylemlerin değerli olduğu bir dünyada yaşıyoruz ve kelimelerin oldukça ucuz olduğu bir dünyada yaşıyoruz falan filan... yine de durmayı beceremiyorum.

şimdi yine büyük büyük kelimelerle, büyük büyük laflar ettiğim yere geldik. -ki pişmanlık da duymayacağım- hayatımda yapıyor olduğum iyi bir şey de yapmak istediğimi yapmak istediğim biçimde ve hissederek yapıyor olmam. pek çoğunuz biliyor ki sinema televizyon eğitimi alıyorum, e bu bloglar da malumunuz...

yaptığım iyi şeyler; fakat iyi mi yapıyorum bilmiyorum. yine de bu yaptıklarımı bir heyecan ile yapıyorum. bir şey yazıyorsam onu hissediyorum. beni sevindiren, üzen, kızdıran, erekte eden şeyleri buldum ve yazarken gülüyorum, ağlıyorum, sövüyorum ve erekte oluyorum. bu duygulardan hiçbirini duymadığım konularda, zaten eyleme geçmek için bir çaba sarf etmiyorum. bir gün, fikri mülkünü sahiplenebilme küstahlığını gösterebileceğim bir film çekilirse de işte içinde tüm bu hislerin oluşturduğu bir silsile olacaktır.

bir bok öğrenemediğim, şu kısa yaşamımda yapıyor olduğum, yapacak olduğum ve yaptığım iyi şey de budur.

10 Aralık 2011 Cumartesi

edgüleşmek

aynı kitabı tekrar tekrar okuyorum bu aralar. daha evvel yayınladığım bir gönderide de bahsetmiştim. işte deniz, maria... ferit edgü'nün hikaye kitabı. bu kitaptaki bir hikaye, her okuduğumda bir yerlerden tanıdık geliyordu. hikayenin adı "eşik". şöyle yazmış:
-ölümün eşiğinden döndüğünü söylemiştin bana.
-evet.
-nasıl bir ölümdü bu?
-geleceği olmayan. doğrusunu istersen geçmişi de olmayan. ille de öğrenmek istiyorsan şimdisi de pek yoktu. yalnız o vardı, ölüm. bir de ben. aramızda da bir eşik.
-sonra n'oldu?
-kapıyı yüzüne çarptım. sırası değil, dedim.
sonraları niçin tanıdık geldiğini fark ettim. 11 mart 2009'da şöyle bir gönderi girmişim jaidejavu.blogspot.com'a:
silahını kaptığı gibi beline soktu. karısını da, komşusu olacak o puştu da vurmak niyetiyle kapısını açtı, azrail ile burun buruna geldi:
"sırası mı şimdi?" dedi, göğsünde beliren sancı ile...
sonra da çekti onu vurdu... 
 şu da linki.

aradaki benzerlik, pek çoklarına belirsiz gelebilir; ancak yazan ben olmama rağmen ben bu gönderiyi yazmadan evvel ferit edgü'nün bu hikayesini okudum mu acaba diye şüphelendim. böyle bir durumun ortaya çıkması, ferit edgü'yü kendisine örnek alan benim için aslında garip de değil. yine de şaşırtıcı.

hayır, ne yazdıklarımda Edgü'nün olduğunu ne de karakterim edgüye dair bir şey olduğunu söylemeye çalışmıyorum. ancak ölüme aynı şekilde siktir çeken bir karakter yaratabilmişsem, kendisininkine benzer, bu benim keyfini çıkaracağım bir tesadüf olacaktır.

5 Aralık 2011 Pazartesi

logos spermaticos -8-

bu yazı epey geç kaldı. yazı yazmaya dahi erindiğim günler geçiyor, yazık.

gelecekten ümitli olmak konusunda -her insan gibi- sıkıntılar yaşıyorum. buna karşın, bu ümitsizliğimin yersiz olduğunu ve en olumsuz senaryomun tam aksinin gerçekleşeceğini iddia eden insan sayısı da azımsayamayacağım kadar çok. bir kere şu bir gerçek ki, benim parlak bir geleceğim olmayacak. ihtimal dahilindedir ki bu küçük dünyanın hengamesinde yitip gideceğim. hoş buna sevinenler de olacaktır. ama asıl çaresiz kaldığım nokta, bunu sevdiğim insanlara anlatamıyor olmam. anlatamıyorum, çünkü sevdiğim insanlar iyi yanlarımı görüp, öne çıkarıp inanmıyorlar benim bu gerçeğime. bu davranışlarından şikayetçi de sayılmam gerçi şu da bir gerçek ki onların bu tutumu beni mutlu ediyor, ilerleme gücü veriyor; ancak bir yandan da böylesi bir inanç içindeki insanları hayal kırıklığına uğratma fikri gelip ilişiyor aklımın bir köşesine. tüm bunları benim sesimden okuyorsanız, işte tam burada çok acıklı geliyor olmalı sesim. neyse...

bu dünyada, kimi insanlar var ki ağız ishalinin en şiddetlisinden muzdaripler. öyle ki ağızlarını açtıklarında etrafa yayılan pis koku, çok uzaklardan gelip dayanıyor burnunuza. bu kişiler bundan haberdar dahi değiller, kaldı ki biliyor olsalar da minicik egolarının tatmin edilmesiyle aldıkları haz sayesinde; utanan yerleri, işlevini çoktan kaybetmiş durumda. söylemekte sakınca görmedikleri sözlerine, kimsenin kulak asmamasını umut etmekten başka bir şey gelmiyor elimden.

tüm bunların arasında bir de facebook blog yazılarını içe aktarma servisini kullanımdan kaldırmış. böylece kafamdaki "yahu benim bu yazdıklarım niye facebook'a aktarılmıyor?" sorusu yanıt bulmuş oldu. ama sana iki çift lafım var facebook efendi. kullanışlı oluşuna inandığım bu servisini kaldırman sonrası benim yapmaktan keyif aldığım işe ket vurman, benden başka kimsenin umurunda değil biliyorum. ama ayıp lan, sanki yeteri kadar biçimsiz bir iş yapmıyormuşum gibi bir de böyle engeller koyman sana yakışıyor mu? bu ayıbı telafi edeceğini de düşünüyorum bir yandan. yoksa "eski facebooku geri istiyen bir milyon kişi bulurum" grubuna katılacağım, haberin olsun.

13 Kasım 2011 Pazar

social interaction 101

çirkin bir insan olarak doğmakla, güzel bir insan olmayı doğuştan ıskalamış biri olarak; içimde sebepsiz yere durmaksızın büyüyen bir öfke yüzünden de iyi bir insan olmayı ıskalamak istemedim. bu yüzdendir ki huzur bulmanın kıymetini -göreceli olarak- en iyi ben biliyorum.

yani diyeceğim odur ki, aradığım huzuru hangi eylemde, nerede ya da kimde buluyorsam tam olarak da orada bulunuyorum. hangi koşulda olursa olsun, çok basit bir şeyi bile yapmamak bana huzur veriyorsa, yapmıyorum. kendimi tanırken fark etmekte geç kaldığım bir şeydir, iç huzurumun pek çok şeyden daha önemli olduğu gerçeği.

ferit edgü


hayli zamandır bir kitabı aklımın köşesinde "okunacaklar listem"de durur. ama öyle, ama böyle nihayet edindim ve okumaya başladım "işte deniz, maria"yı.

daha henüz "öykülerden önce birkaç sözcük"te "evladım sana diyorum" şaplağını yediğimde kendime okkalı bir sövdüm. takdir edilecek güzel şeyler bulmakta zorluk çektiğim zamanlar olurken, nasıl oldu da ben böylesine güzel bir şeyi bu kadar uzun süre erteledim?

henüz ilk öyküyü okurken ikinci tokadı da yediğimde, bir şeyi çok iyi anladım ki ferit edgü bir yazar. (bu noktada harika, müthiş gibi bir sıfat eklemeye gerek duymuyorum zira "yazar" başlı başına bir methiyedir.) bizimki gibi okur-yazar oranının okur-yazar-anlamaz oranına oldukça yakın olduğu toplumlarda, ya siktir et kime anlatıyorum?

6 Kasım 2011 Pazar

55 fiction

tarifsiz biz özlem içerisindeyim. emrah serbes yazmış ya "sahici bir sarsıntı, sahte bir dengeden iyidir." diye. haklıymış, bunu anladım.

insanların zayıflığına karşı sahte bir denge kurmuş, intiharın temeline anlayamadığımı iddia ettiğim bir takım duyguları oturtmuştum, ne acı...

güzel olan her şeyi takdir ettiğimi, her fırsatta dile getirmişimdir. bazen güzel bir kitabı, rafın başında ayakta dikilip uzun uzadıya okuyarak; bazen sevdiğim bir şarkıyı çalan yetenekli müzisyeni, durup dinleyerek; bazen de güzel bir kadını, güçlü bir ereksiyon haliyle beğenimi kendimce belli ettim.

şimdi bir mevsim öncesini ve ona dair güzel olan ne varsa her şeyi deli gibi özlüyorum. insan sahip olduğunun değerini kaybedince anlar derler ya, yalan. insan, sahip olduğunu özlemeye başlayınca değerini anlıyor. tek ve gerçek evimi özlüyorum. sevdiğim insanları özlüyorum. güzel olan ne varsa her birini ayrı ayrı özlüyorum.

yazar, hikayesini anlatır; iyi yazar, hikayesini güzel anlatır; gerçek yazar, hikayesini güzel ve hiç uzatmadan anlatır. hemingway'in, ferit edgü'nün ve nicelerinin gücü buradan geliyor diye inanıyorum. kimi zaman dört kimi zaman altı kelime yeterliydi ne istiyorlarsa onu anlatmak için. benim de içimde, aynısını yapabilmek için, hiç tatmin olmayan bir istek var.

ecnebilerin dilinde "55 fiction" dedikleri bir şey var. türkçe'ye "kısa kısa hikaye" diye çevrilebilir diyeceğim ama korkuyorum çünkü tam doğru olmayabilir. lüzumsuz yere hataya düşmeyeyim. ne biçim bir şey bu 55 fiction? bir hikaye düşünün ki en fazla 55 kelime içersin, bunun dışında başlığı en fazla 7 kelime olabilsin, bir veya daha fazla karakteri olsun ve serim, düğüm, çözüm bölümlerinden bir ya da daha fazlasını barındırsın.

arada sırada bunları yazıp heyecanlanmak, çok hoşuma gidiyor. böyle böyle, genç yaşta geberip gideceğim değil mi?

29 Ekim 2011 Cumartesi

hepimiz insan olarak çuvalladık

iyiliğin, güzelliğin, dürüstlüğün, arkadaşlığın ve aşkın nasıl yüce kavramlar olduğundan bahsedip sonra da tüm bunlarla çelişmek, dünyayı daha iyi bir yer yapmadı. sadece kendisini öldürmek niyetinde olanlara bir sebep verdik.

her fırsatta insanlığa dair bir umut yeşertip sonradan aklın almadığı, ruhun kaldırmadığı bir hayal kırıklığı yaratmak insanoğlunun en başarılı icadı oldu. bunu ilk söyleyen ben değilim, sana burada çok önemli bir bilgi veriyor da değilim; ancak söylemeliyim ki dünya güzel bir yer değil. hiçbir zaman olmadı ve hiçbir zaman da olmayacak.

arada bir birilerinin ne kadar çirkin, aptal ve başarısız olduğumuzu hatırlatmasında bir sakınca yok. hatta hiçbir zaman güzel olmayacak bu yerde, içimizde, bir zayıflık anında yeşeren umuda aldanmamamız gerektiğini daha iyi anlatabilecek bir şey de hayal edemiyorum.

çirkin, aptal ve başarısız olduğumu bana hatırlatacak birinin olmayışını kendi varlığımla kapatıyorum. bu sayede ağzımda sigara ve elimde sikim, yüksek sesten duyma kaybı yaşadığım bir barın, bok ve sperm kokan bir tuvaletinde işemeye çalışırken birden bire aydınlanan zihnim beni umutsuzluğa sürüklemiyor, aksine haklı olduğumu daha iyi anlamama yardım ediyor. 

gerçekten fikrine değer verdiğim bir kişi çıkıp da "orhun, yüzünde insanda güzel gözüken bir şey bulmakta zorlanıyorum. yıllar boyu senden aptal insanlarla yaşamış olman senin aptal olmadığın anlamına gelmiyor. ayrıca da bir takım kelimeleri hiçbir şey ifade etmeyecek biçimde yan yana diziyor oluşun seni yazar yapmıyor ve hiçbir zaman da yapmayacak." deseydi de sanırım şu an olmaya çabaladığımdan farklı bir insan olmamı sağlamazdı.

bu yazıların uygun bir bitişe sahip olmamasını çok seviyorum.

her neyse... daha neyi okuyorsun oğlum? bitti hadi dağılıyoruz.

24 Ekim 2011 Pazartesi

20 Ekim 2011 Perşembe

rüya/kabus, birtakımzımbırtılar ve lise

çok acayip rüyalardan uyanarak başladım bugüne. hâlâ kabuslara, rüyalardan daha çok saygı duyuyorum.

bazen sadece önüne bakmak durumunda oluyor ya insan, ben bunu beceremiyorum. bir de çocuklar gibiyim. hani bir sefer bisikletten feci biçimde düştü diye bir daha hiç binemeyen insanlar var ya, hah işte aynen öyle. korkuyorum.

hakkında "orhun, böyle bir insandır." gibi bir cümle kurulabilecek kadar keskin bir insan olmaya çalıştım hep. tek seferde derdini anlatabilen net bir insan... düşüncede soylu, eylemde zayıf...

bir de şu aralar iyice sık duyar oldum "niçin bu yüzüğü takıyorsun?" sorusunu. bu  soruya cevap verecek olsaydım, çoktan bu blogta bir yerlere yazmış olurdum. onların bir hikayesi olabilir ve onlar bana bu hikayeyi hatırlatıyor olabilir. ama bu, bunu sizinle paylaşacağım anlamına gelmez. o yüzden sormayınız. müteşekkirim.

durduk yere aklıma bir şey geldi de sinirlendim bir de. lisede saçma sapan seviye tespit sınavlarında başarılı olanları dahil edecekleri bir kurs projesi yapmaya kalkmışlardı. bizi bir yere topladılar bunu bildirmek için. laf arasında bunun adil olmadığını, burada olmayı hak eden başka arkadaşlarım olduğunu ve eğitimdeki fırsat eşitliğine aykırı bir davranış olduğunu söyleyecek oldum. oradaki bir başka öğrenci de buna gayet alaycı biçimde gülmüştü.

o gülen kimdi, neciydi hiç hatırlamıyorum. aklımda kalan, yeni doğmuş bir orospu çocuğu şenliğindeki kahkahası ve duvarlardan sektire sektire sikmek istediğim ağzı ve yüzü. amına koduğumun gavatı, bak yine sinirlendim.

yazıyı bitirirken yine hak edene, gerekli küfürleri ettim, huzurluyum.

yazacağım yazıya sokayım,
ben gidiyorum.

10 Ekim 2011 Pazartesi

sinek iki

ben anlamıyorum arkadaş, herkes ya kupa kızı ya da sinek valesi. iyi mınagoim bi sinek iki benim...

7 Ekim 2011 Cuma

güzel kadınlar ve güzel bacaklar

güneşin yaktığı ve gölgenin de çok estiği şu günlerin getirdiği "ne giyeceğini bilememe" hadisesinin en güzel yanı sanırım bu: güzel kadınlar ve güzel bacaklar. bazen de çirkin kadınlar güzel bacaklar ve hatta güzel kadınlar çirkin bacaklar.

herkesin her şeyi bildiği yerde, bir sik beceremezsin. bunu şu aralar en iyi okulum ile alakalı facebook gruplarında, etkinliklerinde falan görüyorum. bir işi yapmanın birden çok doğru yolu olduğunu unutup, kendi yolunun doğru olduğunu kabul ettirme çabasında olan çok insan var. kantin fiyatlarında bir değişiklik yapabilmeyi uman insanlara sabır diliyorum, zira ortada somut bir eylemden çok eylemin ne olacağına dair tartışmalar var ve bu tartışmalarda adam akıllı argüman sunan yok.

hoş, problematiğin ne olduğunu bir sene öğrettikleri bir okulda okuyor olmaya rağmen duyduğum saçma sapan argümanları da frankofon olmamıza bağlayıp geçmek istiyorum.

1 Ekim 2011 Cumartesi

fala/burca hâlâ! inanmıyorum

yarrak burcu insanı, dünya uranüs'ün akşam meltemleri etkisine girdiği vakit, hayatında inanılmaz değişimler yaşayan blablaboşlafsalatasıfalanfilan.

hayır, inatla hâlâ inanmıyorum. her ne kadar kökten bir yarrak burcu erkeği de olsam, inanmıyorum. bir yandan bakacak olursam bir yıl içerisindeki iniş çıkışlarımı amınakodumun uranüsünün esintisine bağlamak oldukça kolay ve rahatlatıcı da olabilirdi. her yıl, belli periyotlarda hep de aynı aylarda yaşadığım, inişler ve çıkışları not alıyor olsam, yirmi bir yıllık sikindirik hayatımda yaptığım en istikrarlı işe sahip olmuş olurdum. saat gibi tıkır tıkır işleyen bir süreçten bahsediyorum.

evet, belli ki tam da "yılın o zamanı"ndayım. her şeyin harika geçtiği "yılın o diğer zamanı"nda her şeyin nasıl böyle şairane gittiğini sormamak oldukça basitti. şimdi utanmasam oturup bütün varoluş amacımı sorgulayacağım. sanırsın aristo'yum mınagoim.

ya ben neyse lan...

28 Eylül 2011 Çarşamba

şimdiden sıkıldım

henüz yeni dönemdeki ilk hafta dahi tamamlanmadan sıkıldım.

bir haftanın dört gününün boş olması, elbet beni kolay kolay bozulamayacak bir ruh hali içerisine sokuyor; ancak adam akıllı görünen derslerin hiç umulmadığı anda fransızca olması geleneği de devam ediyor. neyse umuyorum ki bu konuda bir orta yol bulunacaktır.

daha evvel demiş miydim, "yarım kalmış blogları sevmiyoruz." diye? belli ki google'da sevmiyor. ben de yeni kullanmaya başladım; ama misler gibi "program yap" seçeneği koymuşlar. yazıyorsun, tarihi ve saati ayarlıyorsun o zaman yapıyor yayını. sen sağ, ben selamet.

bir de ben bazı insanları çok özlüyorum.

yazık lan bana.

25 Eylül 2011 Pazar

ibnesin hayat ve gerçek de şarapta...

belki hiç dönmem diye gittiğim eskişehir'den bilet bulamamaktan ötürü erken döndüğüm şu günlerde, küfür etmek için pek çok sebebim var. beraber zaman geçirerek mutlu olduğum bir sürü insan orada, ben buradayım.

hayatımda bu denli uzun süredir beklediğim tek bir şey var o da -yaşımın bir getirisi aslında- diablo III. sağolsun blizzard'taki taşşakları yedi kilo çeken abilerimiz beta testi için davetiye yollarken beni es geçtikleri gibi, oyunun çıkış tarihinin de ertelendiğini açıkladılar.

ayrıca da parasızlığım haddini aşmak üzere. aldığım nefesi verirken bile iki sefer düşünüyorum.

ayrıca incir reçeli diye film yapmışlar. ne güzel film olmuş o öyle. ama hiv pozitif olan bir abla otobüs duraklarını yalamamalı mesela ya da o kadar çok içmemeli. tamam, tedaviyi reddetmesini anlarım da insanda da azıcık memnuniyet olur. ayrıca eklemeden geçemeyeceğim, hiv pozitif olan hatun değil de adam olsaydı böyle bir film olmazdı. hatun arkasını döner çeker giderdi.

söyleyeceklerim bu kadar değil,
fakat şimdilik -yüksek müsadelerinizle-
bu kadarmış gibi davranacağım.

7 Eylül 2011 Çarşamba

bulaşık

aynı tabakları ve bardakları kullanamayacak durumdayım. lavabo dolmuş taşmış, tezgahtan bulaşık deterjanını alsam yerine tekrar koyamam. yine de bulaşıkları yıkamak istemiyorum.

bulaşık yıkamak zaten zor iş, bir de mızmızlandıkça daha da büyüyor gözümde. "bulaşıktan da metafor olur mu?" demeyin. oluyor işte azizim.

15 Ağustos 2011 Pazartesi

radyo

oturmuşum, parazitlerden ötürü doğru dürüst duyamadığım bir radyo spikerinin hiç anlamadığım bir dilde okuduğu şiirleri dinliyorum.

26 Temmuz 2011 Salı

mozart requiem

elden hiçbir şey gelmemesi ne kadar sinir bozucuysa, söyleyecek bir şey bulamamak da öylesine sinir bozucu. bir de bu hayatta kendi kendine söylerken bile kulağa garip gelen sözler var.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

logos spermaticos -7-

onca zaman duyulan öfke, bir gecede yok oluyor ve ardından durulan denizde yüzen bir tekne bile yok. bir şeyler yapmak için fazla öfkeli olduğun onca zaman önüne çıkan fırsatlar, bir işe koyulabileceğin anda ortaya çıkmıyorlar. bunu gülemeyecek kadar komik buluyorum.

ben vaktiyle çok kötü şiirler yazdım. ama çok kötü şeylerdi onlar. aynen böyle, iki sefer üst üste "şiir" diyemeyeceğim şeylerdi. birisi görse eğer, derdimi anlatamayacağım çirkinlikte şeyler, hasiktir.

sonra dedim ki hiç karıştırmayayım cümlenin ögelerinin yerlerini. kurallı ve yan yana yazılmış cümlelerle anlatayım, ne anlatmak istiyorsam. bir evvelki rezilliğe kıyasla daha okunur şeyler çıktı ortaya. bir umut, sevdiğim başka bir şeyle kıyaslayayım dedim. onu da çok uzun yapmadım. ilkin, başka bir şeylerle kıyasladığımda okunur görünen şeye, başka bir şeyle karşılaştırdığımda, ben dahi katlanamıyordum. işte "yazar" kelimesini; ancak "yazmak" eylemini geniş zamana göre çekerek kullanabileceğimi ve asla bir mesleki ünvan olarak kullanamayacağımı anladım.

bu bahsettiklerimin olduğu tarihleri doğrusal bir zaman çizgisinin üzerine yerleştiremem. ben edebiyatta, sinemada, felsefede, sosyolojide, psikolojide ve dahi insanlıkta boyumun ölçüsünü bundan çok uzun zaman evvel aldım. işte ben o zamanlardan bu zamanlara, araya yerleştirilmiş kısacık bir zaman diliminde "benden bir bok olmayacağı" hükmüne vardım.

o gün -hangi gündür bilinmez- bugündür, fikrim değişmedi. değişmez...

7 Temmuz 2011 Perşembe

copyleft'e inanıyorum

bir gün, değerli herhangi bir şey ortaya koyup yine de sefalet içerisinde ölecek olursam savunmam budur: gerçek hırsızlık "copyright"'tır, ben copyleft'e inanıyorum.

inatla "copyright" dememin sebebi "copyleft" gibi soğuk bir espri yapmaya çalışmak değil. ilk bakışta ben de "komik değilsin." tepkisi vermiş olsam da işin iç yüzü öyle değilmiş, sonradan öğrendim. copyleft, her ne kadar copyright kadar sayfalarca açıklamalara sahip olan bir kavram olmasa da ondan daha erdemli olduğuna inanıyorum.

copyleft'i kısaca, copyright'ın tam zıttı olarak, bir eseri çoğaltmanın veya dağıtmanın serbest olması eserin sahibinin aynı zamanda "mal" sahibi olmaması şeklinde tanımlayabiliriz. copyleftin olduğu yerde herkes söz konusu eseri (ki bu eser aklına gelebilecek her türlü yaratı olabilir) herkes elde edebilir, kullanabilir, değiştirebilir ve dağıtabilir. tek bir şart vardır: tüm bunları maddi bir kazanç sağlamak için yapmamalıdır.

komünizm ütopyası gibi geliyor kulağa, haklısın. ancak bugün, erinçli bir hayat dahi ütopik bir istek değil midir?

şimdi bunu "hırsızlık" diye nitelendirecekler çıkabilir. bir süreliğine saygı duyarım, bu süre içersinde siktirip gidebilirlerse hepimiz açısından çok güzel olur. gerçek hırsızlığın copyright olduğunu görmemek ise körlüktür. şimdi basit bir troll mantığıyla, eğer copyright yerine copyleft olmasaydı bugün "korsan" kavramı ortaya çıkmayacaktı.

sırada işin ciddi yanı var. aldığımız dvdler, kitaplar, bilgisayar programları vs... bunlardan elde edilen kazancın ne kadarı, üretim sürecinde çalışmış kişilerin cebine giriyor? tabiki çok azı... yakın zamanda amerikan senaristlerin sırf dvdlerden aldıkları payı 3-5 sent arttırabilmek için greve gitmeleri gibi bir örnek de var... bu noktada bizzat ağır komunistmişim gibi konuştum, ama değilim. aksine kapitalist köpeğin en önde gideniyim.

ben, bugün korsan kullanıcısı olabilirim. bununla gurur duymuyor da olabilirim. içten içte yanlış olduğunu da düşünüyor olabilirim. ancak ben paramı niçin kullanacağım ürüne zerre katkısı olmayan kodamanların cebini doldurmak için harcayayım?

neyse konu copyleft'ten hırsızlığa kaydı. demem şudur ki copyleft, ortaya konan her tür fikri mülkün her birinin tek başına, insanlığın ilerlemesine doğrudan katkı yapması demektir.

böylesine güzel bir şeyin varlığından haberim varken, bir gün uygulamayacak olmak, bana yakışmaz. (sanırsın sadrazamın ta kendisiyim...)

not: korsancıdan 5 liraya alın demiyorum. torrentten indirin, daha iyi sonuç alırsınız.

17 Haziran 2011 Cuma

eskiyi "eski" yapan sensin, internet...

galatasaray üniversitesi'nde iletişim okuyorum. lisans düzeyine geçtim geçeli kafama vura vura soktukları mc.luhan ile manuel castells ile geçiyor günlerim. facebook makaleleri, twitter analizleri...

21. yüzyılın en tehlikeli hastalığı, internet. tam bu noktada bunu gözden kaçırıyoruz. tamamen serbest bırakırsan, insanlar bu kadar yararlı bir şeyi dahi kendilerine zarar vermek için kullanabilirler. sansür koyar, kontrolünü ele geçirirsen dünya tarihinin görüp görebileceği en güçlü diktatör dahi olabilirsin. ama bir dakika, o kadar derin mevzulara girmeyeceğim, sığ adamım ben.

"The internet was supposed to set us free, democratize us, but all it's really given us is Howard Dean's aborted candidacy and 24 hour a day access to kiddie porn."

uyuşturucu bağımlısı bir insana, uyuşturucunun ne kadar zararlı bir şey olduğunu kabul ettirebilir misin? bugün, milyonlarca insan farkında bile olmaksızın internet bağımlısı. dolayısıyla da internetin her gün bizden neler götürdüğünün farkında değilsin.

eskiden günlükler vardı. günlük tutmuyorsan ders defterlerinin arasına falan yazardın. bir top a4 kağıt, nerede daha ucuz bilirdin. saçmalasan dahi o kağıt ziyan olmazdı; çocukken uçak yapardın, ergenken bir kibrit ile yakardın, biraz sorumluluk bilinci geliştirdiğinde kağıt çöpüne atardın, yetişkinken de yırtıp atardın.

şimdi blog yazıyorsun. hayır, bu yazıyı blogda yayınlayarak ironi yapıyor değilim, blogların varlığından şikayetçi de değilim. -ne de olsa ben de bir internet bağımlısıyım.- blog iyidir. ancak blogu yazmayı bile doğru dürüst yapmıyorsun. 2008'de gönderilmiş dört gönderiden sonra bırakılmış bir sürü blog var. blog yazmayı bırakanları sevmiyorum. hele şu noktada "ergen kız blogu" var ki tanrı hepimizi onun şerrinden korusun.

"People... they don't write anymore, they blog."

internet... eskiyi çok fazla değiştirdi ve bunu da çok hızlı yaptı. eski moda yöntemler iyiydi. -bunu da sürekli "90'larda çocuk olmak" nostaljisi embesilliğiyle anlıyorsun zaten.- eskisi gibi yazmıyorsun, arkadaşlıklar eskisi gibi değil, eğlence anlayışın değişti, insanlarla iletişimin eskisi gibi değil.

internet, eskiye dair ne varsa hepsini aldı ve değiştirdi. onları daha güzel mi yaptı? veya daha mı kötü? karar veremiyorum, ancak kesinlikle değiştirdi.

15 Haziran 2011 Çarşamba

amat'tan

"Süleyman Reis kıç omuzluktan görünen kayalıklara baktıktan sonra hafifçe eğildi. Ellerini dizinin üstüne koydu. Koskoca bir denizi yutmaya hazır bir dev gibi ağzını açtı. Derin bir nefes alırken ciğerlerini sanki fırtınayla doldurmuştu. Derken, tam karşıdan uğul uğul uğuldayarak esen rüzgâra doğru öyle bir bağırdı ki, sesi gök gürültüsünü bile basıtrdı:

"Ey rüzgâr! Dur artık dur!"

Bu ses, dehşete düşen denizcileri bile sağır edecek kadar şiddetliydi. Herkesin umudunu kaybettiği o anda beklenmedik bir şey oldu ve rüzgâr diniverdi. Fırtına söndü. Deniz yatıştı. Hava sakinleşti. Sadece şaşıran ve umutlanan denizcilerin yüzü değil, aynı zamanda gökyüzü de aydınlandı. Bulutların arasından güneş göründü. Her şey sanki bir anda değişti. Yaşlı bir denizci sevinçle, Kur'an-ı Kerim'den şu âyeti okudu:

"Kasırga gibi esen rüzgârı Süleyman'ın emrine verdik!"

O andan başlayarak kendisinden nefret edilmesine rağmen Süleyman'ı her denizci rüzg+arın efendisi bilecek ve yedi iklim dört bucakta zincirlerinden boşanan tam otuz altı ayrı rüzgârın tekmil-i birden olanca şiddetiyle esse bile, onun idaresinde olduğu müddetçe Amat'ın asla batmayacağından emin olacaktı."

12 Haziran 2011 Pazar

ferahlamak

iki senedir her gece, dinlemeden rahat rahat uyuyamadığım bir şarkı vardı, enstrümantal. iki sene boyunca, bazen yatağımdan kalktığım oldu bazen karşı gelemediğim bir dürtü ile yatmadan evvel dinledim. bir rutine dönüştü benim için.

bir rutin ki çıplak ayak toprakta dolaşmak gibi. bütün sıkıntının, öfkenin vücudundan öylece akıp gittiğini düşün, aynen öyle.

bu akşam, dinleyecek bir şarkı bulma umuduyla müzik klasörüme bakarken işte bu şarkıya takıldı gözüm ve ben bu akşam o şarkıyı dinlemeyi istemedim. şimdi düşünebilirsin, "niçin seni sıkıntından kurtaran bu şarkıyı dinlemeyi bıraktın?".

ilk bakışta böyle bir rutine sahip olmak güzel bir şeymiş gibi gelebilir, ancak değil. insan niçin böyle bir şeye ihtiyaç duysun ki? beni sıkıntımdan kurtaracak bir şeye ihtiyaç duymuyor olmam, işte bu güzel bir şey.

ve bunca zaman içimde büyüyen sıkıntının, yerini nihayet huzura bırakmış olması...

işte bu daha da güzel bir şey.

29 Mayıs 2011 Pazar

Marv'ın problemi

"Birçok insan Marv'ın deli olduğunu düşünür. Sadece yanlış yüzyılda doğmuş olmak gibi bir şanssızlığı var onun. Eski çağ savaşlarında kılıcını birilerinin yüzüne savuruyor olmayı tercih ederdi ya da Roma arenalarında kendisi gibi diğer gladyatörlerle savaşmayı..."

29 Nisan 2011 Cuma

sike sürmeye aklı olmamak

bu yazı -her manada- bir orhun kayaalp yazısıdır.

kaç insan yaşıyorsa şu dünyada, bir o kadar çeşit insan var. hayır, bu öyle çok önemli bir tespit değil ve bunu söyleyebilmek için dünyadaki her insanı tanımaya lüzum yok.

peki niçin bunu söylüyorum? bilmiyorum.

insanlar tanıyorum. siz de insanlar tanıyorsunuz. birbirleri üzerinde hakimiyet kurmaya, diğerini manipüle etmeye, kendi egosunu şişirmeye çalışan, etrafında kendi kadar salak -en az- bir kişi daha buldu muydu hayatı tamamen çözen insanlar... bakınız "çözdüğünü sanan" bile demedim. öylesine inanıyor ki çözdüğüne, benim "çözdüğünü sanan, çözemediğini anlayamayacak kadar bile salak..." demem hiçbir şey değiştirmiyor. düşünün işte.

Woody Allen: "I learned long ago never to wrestle with a pig. You get dirty; and besides the pig likes it."

hiçbir zaman kendimi bir hayatı ziyan etmeye değer bulmadım. ne yazık ki takdir bu konuda bana ait değildi ve ben bir hayatı ziyan etmekteyim. hep buna inandım. kendimi yeteri kadar sevmedim. karşımdakinin benden daha kıymetli bir insan varsayımıyla yola çıktım hep. etrafımdaki insanlara sorarsanız, hak edene bile kötü söz söylemediğimi anlatacaklardır. benim kadar çok küfür eden -ki o kadar çok etmediğimi de kabul etmeniz gerek aslında, ama bu konudaki fikriniz sikimde olmadığından bunu bir tartışma konusu haline getirmeyeceğim.- birisinin bunu söylemesine şaşırabilirsiniz.

küfür ettiğim doğrudur. hatta küfür bir sanattır; fakat kabul ediyorum ki ben bu noktada olsam olsam kötü bir sanatçı olabilirim. ama bu fikrim benim nazik bir insan olduğum gerçeğini de değiştirmiyor. ettiğim küfür hiçbir zaman bir insanın kişiliğine yönelmemiştir. kişiliğine yönelmediği gibi direk olarak bir kişiye dahi yönelmemiştir. küfür dedik hep, aynı zamanda hakaretler için de geçerlidir. bunu eklemek isterim.

neyse, bu blogun da adını "kişisel zırvalar" koyduk her seferinde laf uzuyor, kral yoluna dönüyor.

bu yazının anafikri aslında "bir kimseye, hele ki tanımadığım bir kimseye, arkasından kötü söz söyleyecek kadar karakter yoksunu değilim." olacaktı. ama laf dallanıp budaklanıyor sürekli.

bir de şey meselesi var aslında, kendimi bir halt sanma meselesi. lan bir kere ben böyle beyanat vermedim arkadaş. kendimi sikicem sinirden ya... hayır, anlamıyorum hasta mısın? seninle zerre ilgilenmeyen bir adam hakkında kendi kendine bir takım çıkarımlarda bulunup ardından da saldırma gayretine giriyorsun. varlığım, şu hayatta bir insanı bu kadar rahatsız etmemiştir.

iyi niyetimle selam ederim.

not: koca yazıda bir kez olsun seks demedim. o açığı da şu not ile kapatayım istedim. şu seks işini de bi düzene sokmak lazım artık. ilgilenenler için telefon numaram...

31 Mart 2011 Perşembe

motivasyon

motive olabilmek için son birkaç sabahtır aynaya bakarken fikrine kıymet verdiğim bir başka kişiymişim gibi davranıp kendime şunları söylüyorum. isterseniz kullanın ama tüm riskleri sizin sorumluluğunuzdadır.

"unutma, hiç kimse seni sevmiyor. etrafındaki herkes senden daha zeki ve başarılı. çocukça hareketlerine gülüyorlar, çünkü yanlarında kendilerinden daha aptal birisinin olmasından mutlular. arkadaş edinebilmekten çok uzaksın. es kaza arkadaş edinir gibi olsan, bir şekilde eline yüzüne bulaştıracaksın. hiçbiri seni aramayacak. yeryüzünün gördüğü en büyük hayal kırıklığısın. hayal kırıklığı olduğundan daha da korkaksın ve bu yüzden birazdan dışarı çıkıp mutlu olmaya çalışacaksın. yerinde olsam bir kurşunla yahut başka bir şekilde hêba ettiğim bu hayata son verirdim. ama sen yeteri kadar korkak olmayı bile beceremiyorsun.

şimdi gülümse ve dışarı çık."

27 Mart 2011 Pazar

merhaba sevgili okuyan, sizinle yatmış mıydık?

kaybedenler kulübü...

radyo programının yapıldığı yıllar dolayısıyla (96-2001 arası oluyor yanılmıyorsam aşağı yukarı) dinleyemedim. kadıköy duvarlarındaki "pompaya devam" stencilleri sayesinde haberdar oldum desem yeridir. zira programın içeriğiyle ilgili ilk kez o gün bir şeyler duydum.

ne yalan söyleyeyim, ilk başta "insanların içinde yaşayan ergeni okşayarak mest eden, bundan da para kazanan" insanların yaptığı bir program diye düşündüm. gururla söylüyorum ki yanılmışım ve yanılmaktan da bu kadar mutlu olduğum başka bir şey oldu mu hatırlayamıyorum.

yanıldığımı, ilk önce eski programların kayıtlarını dinlediğimde anladım. programda iki tane harika sesli adam, anlamsızca bir şeylerden bahsederek, ruhuma tarifsiz bir mutluluk veriyordu. çok fazla da dinleyemedim eski kayıtları, ama gerek de yoktu.

sonra bir de itüsözlük özel yayınını dinledim. orada kaan çaydamlı ve mete avunduk'un yanında nejat işler ve yiğit özşener de vardı. içmekten sızacak duruma gelene kadar da bu iki ünlünün varlığından dolayı program eski kaybedenler kulübü gibi de olmadı. ne zaman ki kaan en sonda sazı aldı eline ve niçin filmin "tedirginlikle" sunulduğunu anlayıverdik hepimiz.

yanıldığımı tam ve kesin olarak anladığım son ibare de kaan çaydamlı'nın altıkırkbeş için neler ifade ettiğiyidi. bu yazının sonunda eskiden bloga girdiğim iki yazının linkini paylaşacağım. o yazılar altıkırkbeş yayınlarından çıkmış olan kitapların künyesinde yazılı olan kısa yazılardır onlar. ilk lise yılımdan beri hayran olduğum yazılar...

nihayet, bugün filme gidebildim. günlerdir katlanarak artan beklentilerimden ötürü "hayal kırıklığı yaşar mıyım acaba?" diye korksam da film tüm beklentilerimi aştı ve rahat bir soluk aldım. kaybedenler kulübü, kaybedenler kulübünü öylesine iyi anlatıyordu ki sanki ben yıllardır o insanlarla berabermişim gibi hissettim. altıkırkbeş'ten bahsedildikçe heyecan duydum. salonda ayağa kalkıp "o 125 tane satılan camera lucida'dan bir tanesini ben aldım." diye bağırmak istedim. kadıköy'deki beşiktaş iskelesi gibi tanıdık yerleri görmek bana inanılmaz bir keyif verdi.

beğeniyor oluşumdan da öte, bu filmin iyi bir film olduğu da su götürmez bir gerçek. ben bir sinema öğrencisi olarak gayet açık biçimde söyleyebilirim ki, ben böyle bir film çekebilmeyi istiyorum. daha azını değil, daha fazlasında da gözüm yok. hikayenin harika olmasının yanında güzel de kurgusuyla keyiften dört köşe oldum ve öyle çıktım salondan.

neyse, son olarak bir de bahsetmek istediğim şey var ki o da altıkırkbeş yayınlarından çıkan "kaybedenler kulübü -filmin öyküsü-" kitabı. kitabın arka kapağında bu kitabın filmin öyküsünü anlatan ilk kitap olduğu vurgulanıyor ve sşnema öğrencileri ve amatör filmciler için de bir yol gösterici olduğu vurgulanıyor. kitap filmle ve kaybedenler kulübüyle alakalı pek çok isimle yapılan röportajlarla başalyıp ardından senaryo, yönetmenin çekim notları ve çizimler, müzik, görüntü yönetmeni, sanat yönetmeni kısımlarıyla devam edip post prodüksiyon kısmıyla sona eriyor. henüz tamamını okumasam da göz gezdirdiğim kadarıyla derslerde okutulacak kadar da başarılı. yani dilime altıkırkbeşi dolamış olmaktan da gurur duyuyorum.

neyse işte sevgili okuyan, böyleyken böyle. şimdi yukarda bahsettiğim yazıların linkini koyacağım. ama yazıyı bitirmeden de eklemek istiyorum ki bu adamlar (mete ve kaan) yazdığım her kelimede yakalamak için kıçımı yırttığım tarzı daha ben altı yaşımdayken radyo programlarında yakalamış adamlar. sonra da o harika programlardan da tam yapmak isteyebileceğim gibi bir film yapmışlar. ne diyeyim, küfür ederek bitirmeye el vermiyor gönlüm öyle saygı duyuyorum size... aşk olsun diyeyim, aşk olsun...

altıkırkbeş künye notları:
http://theplacethatisformyhead.blogspot.com/2011/01/altkrkbes-yaynlar-kunye-alt-notlar-1.html
http://theplacethatisformyhead.blogspot.com/2011/01/altkrkbes-yaynlar-kunye-alt-notlar-2.html

21 Mart 2011 Pazartesi

logos spermaticos -6-

bu beni kahrediyor olsa da bazı şeyleri zerre umursamıyorum. ne yapayım? böyle işte. her şeyi istiyorum ben, her şeyi. ama seni istemiyorum. çok acı ve beni de bu kahrediyor.

kısa mesaj olayı gey işi. çok zorda kalmadıkça atmayın. çok zorda da kalmayın. beni de zor durumda bırakmayın. kısaca, kullanmayın.

hayatta bir şeyi çok istedim. sonra onu alamayınca, her şeyi istemeye başladım. siz sandınız ki değer verdiğim ya da saygı duyduğum bir şeyler var. doğrudur. vardır. ama onların ne olduğunu anlayamazsınız. dallamalığın lüzumu yok.

saygı falan dedim aklıma geldi. hayranlık duymayı, saygı duymaya tercih ederim.

insanlarla ilişkimde bir önkabulüm vardır. karşımdakinin her şeyi bildiği varsayımıyla hareket ederim. ben de hiçbir halt bilmeyen bir insanımdır. okuduğumdan, gördüğümden, duyduğumdan bağımısız olarak varsayılan ayarım buymuş gibi. böyle olunca hâlâ bildiğini ispata kalkan olunca, tutup sikesim geliyor.

bazen ağrı dağın eteğinden uçan güvercini yakalayıp sikesim geliyor.

bazen her şeyin suçlusu benmişim gibi hissediyorum. hayvanlar gibi üzülüyorum. biraz da kasıtlı olarak, kendime eziyet ediyorum.

tam şu anda espace francophone'un pek sevimli fransız görevlisiyle yazışıyorum. fransızcamdan bir kez daha utandım. hay siksinler beni.

"bu devirde herkes hep ben der, kimi gönülden kalender. yaşam dediğin böyle işte, altını şer incisi ker."

geleceğim için hep karamsarım. bunu dile getirdiğimde de insanlar hep tersini söylüyorlar. ama şu bir gerçek ki, insanlar bir sikimden anlamıyorlar. ben çok büyük bir hayal kırıklığıyım.

insan hem ağzı bozuk hem de nazik olabilir. canlı ispatı da benim.

bir de bernard shaw abi "bir işi yapabilen adam oturur o işi yapar, yapamayan kişi ise o işi öğretmeye çalışır." demiş. ne iyi demiş. ayrıca herkesin çogacayip sinemacı olduğu memlekette bir boka giriştik ama hadi bakalım...

ben çok mutsuzum.

esen kalın.

25 Şubat 2011 Cuma

bugün benim doğum günümdü

aylardır saklamak için binbir çaba sarfettiğim (ve facebooktan kaldırarak çok da güzel başarıya ulaştığım) doğum günüm, bugün. 21 yaşıma girdim. (saçma sapan hesaplar yaparak kafamı bozmayın, 21 ulan işte.)

geçen sene yazdığım gönderiye şöyle bir baktım da "duygusallaşmayayayım" diye kasmışım. ama bu sefer kasmayacağım, duygusallaşacağım, zira istesem las vegas'ta kurpiyer olabilirim ve hatta dünya üzerinde içki içemeyeceğim bir ülke yok. (bildiğim kadarıyla) ama hâlâ türkiye'de katılamayacağım bir takım konserler var. 24 yaşıma girişim daha coşkulu olacak, söz.

her neyse. bugün bambaşka bir hayata uyanmadım. "bugün hayatmın geri kalanının ilk günü" falan gibi klişelerin yanından bile geçmedim. sadece gerindikten sonra birkaç saniye daha uzandım yatağımda. "vay amına koyayım" dedim kendi kendime, "ağrısız acısız giriverdim, 21'ime.".

aylardan beri planladığım bir şey vardı, doğum günüm olduğu için tantana yapmayacaktım. sevmiyorum, doğum günlerini ve başkalarınınkini de hatırlamakta güçlük çekiyorum. benimki de unutulsun istedim. ama yine de hatırlayan arkadaşlarım oldu, beni çok mesut ettiler. hatırlamayanlara da en ufak bir kırgınlığım yok tabii ki. ben hâlâ inanıyorum ki benim gibi bir adamın doğmuş olması çok da büyütülecek bir mesele değil.

eh geçtiğimiz bir yıl içinde kırdığım, gücendirdiğim olmuşsa da toyluğuma versin artık. yeteri kadar boş konuştum, daha fazla uzatmıyorum.

3 Şubat 2011 Perşembe

zaman doğrusu

zaman ok gibidir. dümdüz. kendine dönmez. siz geriye koşsanız da o ileriye doğru ilerler. durduğunuzda da geçmişiniz ayağınıza gelmez. tüm bunların bir sebebi vardır, ne olduğunu bilmesek de diyebilirim ki tüm bunlar böyledir, çünkü böyle olması gerekmektedir.

geçmişe duyduğu özlem, insanın ömründen ömür eksiltir. bir şeyler değişmiştir, eskiden olduğu gibi olmayan şeyler vardır ve bunları arzular insan. henüz gencim ve bilgelik taslamak amacında değilim; ancak bir şey öğrendiysem bu hayattan, o da geçmişin geçmiş de güzel olduğudur.

asla geçmişten gelmiş bir insanın özrünü kabul etmeyeceksin. asla geçmişte yaşamış olduğundan pişmanlık duymayacaksın ve en önemlisi, asla geçmişinin geleceğin üzerinde egemenlik kurmasına fırsat vermeyeceksin.

düşmekten ötürü acı çekeceğin en büyük hatadır bu.

1 Şubat 2011 Salı

ne garip şey...

ölenlerin üzerinden duygu gösterisi yapmayayım diye epey erteledim bu yazıyı. lafı da çok uzatacak değilim o yüzden.

bir hafta kadar evvel şarköy'de iki genç arkadaşım bıçaklanarak öldürüldü. birini hiç tanımıyorum, diğeriyle ise belki çok küçükken kozalakla maç yapmışızdır. ama onu bilirim. başımı eğip selamlamaktan öte bir sohbetimiz olmasa da her bir ya da iki allah'ın gününden birinde görürdüm. hepsi o...

böyle bile olsa, üzüldüm. gözyaşı döktüğümü söylemiyorum, ama tüm samimiyetimle söylüyorum ki üzüldüm. benden hepi topu iki yaş büyük bir insan, böylesi bir ölümle karşılaşmamalı. şimdi bir daha aynı yüzü görmeyeceğimi düşünüyorum ve üzülüyorum.

ölmek, ne garip şey...

29 Ocak 2011 Cumartesi

altıkırkbeş yayınları: künye altı notları -2-

"kadıköy'ün yağmurlu ve puslu sokaklarında hazırlanan bu kitap sizi uçurumdan aşağı atabilecek güce sahip olabilir. herhangi bir şekilde ve özellikle izinsiz olarak iktibas edildiğinde kadıköy'ün o bilinen, serin ve rutubetli laneti, yıllar boyunca bunu yapanı takip eder, saçları dökülür, rüyasında sürekli olarak kadıköy'e sokaklarından akın akın geçerek yıllık intiharlarını gerçekleştirmeye giden lemur sürüleri görür ve derin bir yalnızlığa gömülür."

altıkırkbeş yayınları: künye altı notları -1-

"bu çevirinin tüm yayım haklarını sahiplendik. tanıtım alıntıları dışında -makul boyutlarda- izinsil çoğaltılması ahlak kurallarına ve yasalarımıza göre suç sayılmaktadır. böyle bir harekete kalkışmak istediğinizde önce bize sorarsanız uygar dünya adına seviniriz.

p.s: tüm fotokopi fanzinler yukarıdaki açıklamalardan bağımsızdırlar. onlar istdikleri ALTIKIRBEŞ yayınını çoğaltabilir, bozup yeniden yaratabilirler. okurlarımızı yasal dergileri değil "fotokopi fanzinleri" izlemeye çağırıyoruz. onlar sizi uçurumdan itecek güce sahiptirler ve uçmayı öğrenmenin zamanı geldi.

yaşasın fotokopi - yaşasın KAOS"

28 Ocak 2011 Cuma

ne istediğini bilmeyen insan

bu dünyada bin çeşit insan var. ama bir tanesi, hepsinden daha tehlikeli: ne istediğini bilmeyen insan.

uğraştırır, mutlu etmez, anlamaz, anlatmaz, zaman kaybıdır, pespayedir, hıncal'dır, uluç'tur, uzak durulasıdır, allah'a yakın olasıdır, minareden at beni'dir, in aşşağı tut beni'dir.

ne istediğini bilmeyen insandan, açık olmasını da bekleyemezsin. hiç istemediğin kadar karışıktır, ilişkin de hayatın da...

aman diyim...

7 Ocak 2011 Cuma

self destruction is the answer

bugün itibariyle benle beraber tanıdığım pek çok insan final haftasından önceki son haftasonuna girdi. son bir haftadır hepimizin üzerinde bir ağlaklık...

üç gündür finallere nasıl çalışacağımın, hangi ders notlarını alacağımın ve dersleri geçmek için finallerden almam gereken notların neler olduğunu hesaplıyordum. düne kadar planlarımı tamamladım.

ne zaman ki iş oturup çalışmaya başlamaya geldi, metalik bir kütlenin tele çarpmasının sesini duymamla beraber jetonun düştüğünü fark ettim: ben yumurta göte dayanmadan bir bok çalışamam.

uyku düzenimi oturtmak adına kıçımı yırttığım ve dersleri verebilme derdiyle yatıp kalktığım bir dönemden geçerken, her şeyi planlı programlı yapabileceğim konusunda kandırdım. ders çalışmaya başlamadan beş dakika öncesine kadar da umudum vardı.

kendime eziyet etmekten başka hiçbir şeye yaramadı bu planlar. sırası gelene çalışırım ben birader.