27 Aralık 2010 Pazartesi

logos spermaticos -5-

bugün başlasa dünya yanmaya, sönsün diye tükürmem bile. elime fırsat geçmişse şayet, kibriti ben çakmış bile olabilirim.

her şeyin sonunu görmeyi istiyorum. her şeyin parçalara ayrıldığını, birer birer tüm tuğlaların döküldüğünü ve her bir insanın ve dahi kendimin yok oluşunu izlemeyi... hayır, çok fazla nietzsche okuduğumdan ya da fight club izlediğimden değil. yaşamanın getirdiği tüm kaygılardan, geleceğin yüklediği sorumluluklardan ve geçmişin tüm karanlığından kendimi kurtarabilmek için.

geleceğin omuzlarıma yüklediği sorumluluklar olmasaydı eğer, bugün benim için okumak zorunda olduğum bir okul olmayacaktı. bir okul yoksa, endişelenilecek sınavlar da olmazdı kezâ başarılı olma kaygısı da... bana endişeden başka bir şey vermeyen bu kurumun varlığını sürdürmesi için neden çaba göstereyim?

bu noktada "okul olmasa nabıcaktın?" diye gelmeyin, kalbinizi kırarım.

insan sosyal bir varlık olabilir, saygı duyarım; ancak şu da bir gerçek ki sosyal olduğu kadar da yalnız bir varlık. yine de ortak etme çabasına girdik insanları bu yalnızlığa. yargıladılar, kalbimizi kırdılar, istifade ettiler... kendimi ayrı tutmuyorum, hayır. bundan dolayı da ben kendim gibi olanlarla ilişkilerimi mahvetmek istiyorum. binlerce kelime ile kurulmuş ilişkileri, birkaç kelimeyle yıkmayı istiyorum.

"bir diğeri olmadan yaşayamaz insan." yalanıyla kandırıldık. ben bugün tüm bu yaptıklarından ötürü suçlu olan insanlara ihtiyaç duymuyorum. hiçbirine... tamam, belki bir tanesine...

sonra greenpeace'miş, unicef'miş... hiçbirinin söylediklerini zerre umursamıyorum. azıcık dahi güvenmiyorum. üçüncü köprü için kesilecek ağaçlar umrumda değil. sizinkinin kaç santim olduğu konusunda hiçbir merakım yok. belki bir insanın diğerine yaptığı işkenceye bir ilgim olabilir, ama o da yalnızca daha fazla yok olmasını istememe sebep oluyor her şeyin.

iğneyi kendime batırmıyorum, ama çuvaldızı başkasından da sakınmıyorum. peşin peşin kabul ediyorum, "sizde kötü olan ne buluyorsam, ben de iki kere o var.". tartışmayı kabul etmiyorum. sorularınıza cevap vermiyorum. ben, hepinizden daha aşağıyım.

yarın, her şeye rağmen sabah uyanabilir ve bundan da keyif alabilirim. alacağım. ne olsa, istediğim gibi bir dünyada yaşayamayacağım.

yine de bu dünyada da kendi dünyamda yaşadığım gibi yaşamaya çalışacağım. insan olmak ne demekse benim için, ona yaraşır biçimde... kiminiz sevmeyecekiniz beni, aranızda istemeyeceksiniz, kızacaksınız, saçma bulacaksınız, isimler takacaksınız, umursamayacak, ciddiye almayacaksınız...

aksine inanmadığım sürece, en kötüsünü söyleyeceğim.

ve yarın yine aranızda yürüyeceğim.

22 Aralık 2010 Çarşamba

pahabiçilemez mallık

evet, galatasaray üniversitesi'nde okuyorum ve okulumda hâlâ sıralara sakız yapıştıran salaklar var. sike sürmeye aklı olmayan adamlar burada da var yani. kısa ve öz...

karşına alıp "salak mısın amına koduğum?" desen soru işareti ziyan olur, olsa olsa sözde soru cümlesi olur bu.

hayatınızı sikiyim, ben gidiyorum.

4 Aralık 2010 Cumartesi

logos spermaticos -4-

anlamıyorum. ne denir size, ne anlatılır bilmiyorum.

kabul, hiç becerikli olamadım meramımı anlatmakta. yine de anlamıyorum neden böyle acımasızca anlatmak zorundasınız, bir yere sahip olamadığımı böyle şekillenmiş bu dünyada.

19 Kasım 2010 Cuma

logos spermaticos -3-

herkes bir şeyler bulup dolduruyor içindeki boşluğu...

kimisi seyahat ediyor, kimisi tutkuyla bağlanıyor işine, kimisi seviyor, kimisi içiyor ve kimisi de vesaire...

ben doldurmuyorum. içimdeki boşluk, bir zamanlar orada olan artık orada olmadığı için var. ama ne olsa, o boşluk hâlâ orada olmayana ait...

11 Kasım 2010 Perşembe

logos spermaticos -2-

dünyada söylenip söylenebilecek en büyük yalan yarışması yapılacak olsa, ben bu yarışmaya "hayatta herkes hak ettiğini alır." yalanıyla katılırdım. mümkündür ki bu yalanla da rakiplerime, toplanacak naldan başka bir ödül kalmazdı.

insanların hak ettiklerini aldıklarına inanmıyorum. en azından ben hak ettiğimi almadım. yani, elbette ki bazı zamanlar hak ettiğini de alır insan; fakat bu herkes hak ettiğini alacak anlamına gelmez.

bir yandan da idealist romantikler var ki onlara bayılıyorum... diyorlar ki "dünya adil bir yer olsaydı...". adil bir dünyada herkes hak ettiğini alır, hiç kimse mutsuz olmaz, acılarımız ve yaralarımız olmaz ve kızlar da pembe sıçarlardı. ancak adil bir dünyada yaşamıyoruz.

her neyse... ne diyordum?

bu hayatta herkes hak ettiğini almıyor. ben buna inanıyorum.

benim gibi düşünüyorsan, bir bak hayatına ve gör nedir hak etmediğin...

benim gibi düşünmüyorsan da tekrar bak, bu mudur bu dünyada senin hak ettiğin?

kaba olmak, açık saçık konuşmak istemiyorum, ama tatmin olma eşiğini sikeyim...

29 Ekim 2010 Cuma

tavan arasında sakladığım flamethrowerımı buldum

hehehe çocuklar gibi şenim. hem de elinde flamethrowerı olan çocuklar gibi şenim.

hep tetikteyim birileri "birader ateşin var mı?" diye sorar ya da güzel bir bayan ağzında sigarası henüz çakmağını bulamamışken ben tetiğe asılırım diye.

yeter bu kadar metafor.

şu güne kadar bir şeylere, şu veya bu şekilde, vâkıf oldum. bir çoğu da tesadüf değil. söyledikleriniz, yaptıklarınız, söyleyip de yaptıklarınız, söyleyip de yapmadıklarınız, söylemeyip de yaptıklarınız... hepsi fikir verir karşınızdakine. karşınızdaki de biraz dikkat ediyorsa tüm bunlara, hakkınızda pek çok şey öğrenebilir.

birileri hakkında bir şeyler öğrenmek, hayatın devamını değiştirecek bir şey mi? hayır, değil. hatta hayat, sizin kim olduğunuzu zerre umursamaz. sizin hakkınızda bir şeyler bilen adam için de hiçbir şey değişmez.

peki nedir mesele?

birisinin ruh halini sikip atabilecek bir meseleyi bilmek. bundan ne kazanç edebilirsiniz? hiçbir şey.

en sevdiği oyuncağını "acaba n'olur lan?" fikriyle kıran çocuklar gibi... o çocuk o oyuncağı kırar. en sevdiği oyuncağını kaybetmiş olur, ama yine de kırar.

14 Ekim 2010 Perşembe

kırıldı bir bir hayallerim...

"tanrıyı güldürmek istiyorsanız, ona planlarınızdan bahsedin."

istedim, yine de olmadı. iyi bir planım vardı, hevesliydim ve sabırsızlanıyordum. yaşadığım şehirden, okuduğum okuldan kısacası bugün yaşadığım hayata dair her şeyden sıkılmıştım ve gidiyordum. "gidiyorum." sanıyordum. ancak benim planımdan da hevesimden de fazlası gerekti ve bu yüzden de buradayım ve mutsuzum. en azından bir süre daha...

"mert olmayan bir insanla işe başlamak, sonu gelmeyecek ya da kötü bitecek bir yola çıkmak demektir."

elimden geldiğince, anlık heyecanlarla bir işe başlamaktan ya da başlayacağımı söylemekten kaçındım. insan karşısındakini de kendisi gibi bilirmiş, derler. belki bundan ötürü, bir insandan bir şey duyuyorsam bunu yürekten söylediğine inandım ve yarı yolda kaldım.

aynı şeylerin heyecanlandırdığı iki insan bulmak zor. kimse yeteri kadar umursamıyor artık. sözler hâlâ ucuz ve çok konuşup hiçbir şey yapmayan insanlar arasında, çok konuşup hiçbir şeyi yapmayı beceremeyen bir adam olmak da çok kolay.

okul, iş bulmak için okunuyor; çalışmak, para kazanmak için; seks ise sadece orgazm olmak için yapılıyor.

22 Eylül 2010 Çarşamba

know thyself...

sadece bir şey için böyle istikrarlı bir biçimde çabalayıp durdum. her şeyden sıkıldım, bir kenara attım. değiştim, çok değiştim... sonra yine eskisi gibi oluverdim. dengeyi korumaktan bile vazgeçtim; fakat bir tek şeyden asla vazgeçmedim:

kendimi tanımaya çabalamaktan...

ne zaman ki hiç kimsenin beni anlamadığını hissetsem, açık açık söylemekten çekinmedim. bazen de mızmızlandım, kimse beni anlamıyor diye...

halbuki "kendinden hiç bahsetmemek, iki yüzlülüklerin en büyüğüdür" ve ben bu iki yüzlülüğün içindeydim çok kez, boğazıma kadar.

halbuki kendini anlatmayı beceremeyen bir insan, nasıl anlayabilir ki kendini?

"pekâlâ anlayabilir" diye düşündüm, düşünüyorum. mesele, bir başkasının çıkıp seni anladığını iddia ederek kendi çarpık anlayışını sana senmişsin gibi anlatmamasında.

gerçekten ne istediğini anlamak ise bir insanın derdi...

neyse yok bu yazının bir ana fikri.

4 Eylül 2010 Cumartesi

düşünme beni bu kadar facebook

sosyal platformsun anladık. ama benim hayatım senin çalışma prensibine uygun olarak devam etmiyor.

önce arkadaş eklemem için aynı ağda bulunduğumuz insanları önerdin, ses etmedik.

sonra ortak arkadaşlarım olan insanları önermeye başladın, buna da ses etmedik.

ne zaman ki "Hede Hödö, Merhaba de!", "İnciya Rakos, son haberleri paylaş." demeye başladın işte orada bokunu çıkardın.

sen tanıyor musun o ismi geçen insanları? ben tanıyorum. senin içinden elektrik akımı geçen beynin kadar beynim yok mu lan benim? akıl edemiyor muyum sen söylemeden merhaba demeyi?

ama demiyorum. o, senin isimlerini rasgele seçtiğin insanlar var ya. senin götüne girsin.

hah işte o insanlar var ya, kimisi çocukluğumdan beri tanıdığım insanlar; ancak bugün paylaşabilecek bir şeyimiz kalmamış.

kimisi, sevdiğim insanlar; hayat yollarımızı çok evvel ayırmış...

kimisi, eski sevgilim; belki hâlâ sevdiğim belki de nefret ettiğim...

kimisi, belki karşılık bulmamış aşkım, umutsuzca sevdiğim ya da belki bunu hiç söyleyemediğim.

belki hepsi, belki biri, belki bunlardan hiçbiri.

öyle sen "de" dedin diye denilmiyor öyle kolay "merhaba". senin küçük kafana girmez bunun nedeni. benim küçük kafama da girmiyor gerçi.

ama yapma artık bunu facebook, oynama zihnimle.

sebebim olacaksın lan pezevenk.

19 Ağustos 2010 Perşembe

bir sözlükten yapılan sosyolojik çıkarımlar

efendim 2009'un kasım ayından beri itüsözlükte 6. nesil yazar olarak bu platformun bir parçasıyım. sözlük platformuyla alakam da pek çoğumuzun olduğu gibi ortaokul yıllarıma kadar dayanır. yıllarca ekşi sözlük takipçisi olduktan sonra itü sözlükte yazarlığa soyunarak ekşi sözlüğü de terk etmiş bulundum. (special thanx to hocu'm)

efendim her neyse, sözlükler insanların gerçekten sosyal olabildikleri az sayıdaki platformdan biri. ciddi biçimde iletişim içerisinde ve hiçbir zaman bilgisini, birikimini veya tecrübesini bir diğeriyle paylaşmaktan korkmayan insanlardan oluşuyor. yazarlığıma başladığımdan bu yana gözlemlediğim bir takım şeyleri burada paylaşmak istedim.

şimdi öncelikle, sözlüklerde çok büyük bir grup hâlâ bir takım tabuların varlığını sürdürmesi gerektiğine inanırken bu gruba nazaran daha az sayıda olan bir diğer kısmı da tabuların konuşulması, tartışılması gerektiğini savunuyor. girilen girilere bakılacak olursa kimisi için bu tabular "din" ile kimisi için "atatürk" ile sınırlı. örnekler çoğaltılabilir ama bunlar en büyük iki örnek.

bu konuda zıt görüşlü insanların tartışmaları da oldukça hararetli geçmekte. bir yerden sonra gerçekten inandığını savunan insan ile troll olanı ayırt etmek zorlaşıyor. insanlar bir diğerini "orospu çocuğu" diye yaftalamak için can atıyor.

ayrıca sözlük sayesinde tespit ettiğim ve artık gündelik hayatımda da üzerine konuşmaktan kaçınacağım bir takım konular var. bunlardan bir tanesi futbol. ilk statümü aldığımda 270 ile 300 arasında değişmekteydi. ne zaman futbol ile ilgili giri girmeye başladım, işte o zaman statüm düşmeye başladı. bir noktadan sonra bir diğer insanın malca yazdığı girilere cevap maiyetinde girdiğim giriler yüzünden statüm -400leri buldu.

bu tarz girilerimden ötürü hakaretler işitmeye, ağır küfürler yemeye başladım. hayır, bunu platform içerisinden mesaj ile yapmaya cesaret edemedi kimse. zira böyle bir şey olduğunda ve şikayet ettiğimde cezası uçurulmaktır. bu işi insanlar formspring.me sayfama anonim sorarak yaptılar. bildiğin salak adam işi. yani bilemiyorum, sağlıklı bir insan alenen trollük ettiğim bir giri yüzünden tüm girilerimi arayıp formspring.me sayfamı bulup oradan küfretmeye kasmaz. şu anda 1200 küsur girimin olduğu düşünüldüğünde daha da hasta adam işi geliyor kulağa.

neyse efendim, daha söyleyeceklerim vardı aslında ama yazı uzadıkça unuttum. zaten bayağı da yoruldum. yeter bu kadar. alın işte bu yazdıklarım birebir hayatın yansıması olan bir platformda benim gözlemlediğim şeyler. bahsettiklerimin gerçek hayatta ne şekilde tezahür ettiklerini tahmin etmek zor olmasa gerek.

esenlikle kalın.

blog yazmak

en temel internet yayıncılığı. bu konuda benimle aynı fikirde çok insan var mıdır bilmiyorum, ilgilenmiyorum da...

popüler kültürün en kıymeti bilinmeyen üyesi. pek çoğumuzun vardır muhakkak ki açıp birkaç gün gönderi yayınladıktan sonra unutup gittiği bir blogu. devam ettirebilenlere ne mutlu.

ayrıca da herkesin elinde oyuncak olmasından rahatsız olmayacağım tek şeydir bloglar. hepimiz insanız (aşağı yukarı) ve kendimize ait bir yere ihtiyaç duyarız. insanın akli dengesini sağlamak için çok da işe yarar şeyler aslında. anlatıyorum, rahatlıyorum işte bu kadar basit bir sebepten ötürü seviyorum.

her neyse. esas bahsetmek istediğim, blog yazan insanın düştüğü klişeler. bu klişelerden biri var ki "blogdan kız düşürme" sevdalısı gençler tarafından hunharca ırzına geçiliyor. dört senedir farklı bloglarda yazan ve son 1.5 senedir bunu düzenli olarak yapan birisi olarak söylemek istiyorum ki BLOG YAZARAK KIZ DÜŞÜREMEZSİNİZ. düşeninden de hayır gelmez. o yüzden şimdi, efendi efendi bu yazıyı okumayı bırakıp siktirin gidin. hoşlanabileceğinizi düşündüğünüz güzel bir kız ile iletişim kurmaya çalışın. sağda solda da "bi kız düşürdüm abi" diye anlatmaya kalkmayın. açık konuşuyorum. sikerim.

evet, kaldık mı biz bize? güzel.

şimdi bir paragraf evvel bahsettiğim klişe neydi? bunun sözlüklerde bir karşılığı (henüz) yok. kısaca açıklamaya çalışacak olsam, gönderilerinde cool bir hava yaratma şeyisi diye tanımlardım. bu gönderilerde bir depresiflik bir sıkıntı vardır ve okuyan kişide "vay be, adam kim bilir ne acılar çekti..." etkisi yaratması beklenir. öncelikle söyleyeyim, blog bu tür yazıların (çok sayıda olsalar da) paylaşıldığı bir platform değil.

yani tabiki anlayabiliyorum, içinde bulunduğunuz ortamda sürekli gülümseyen neşe dolu bir insanmış gibi görünüyor olabilirsiniz. ancak her insan gibi sizin de bir takım inişleriniz vardır ve blogunuz bu yalnız kaldığınız zamanlarda sahip olduğunuz tek şeyiniz olduğundan içinizi buna dökersiniz. ancak sadece sürekli bir depresif hâl takınmak hem blog tutmak eyleminin yanlış tanınmasına, hem de biz blog yazan kişilere ilginç bir bakışın oluşmasına sebep oluyor. yapmayın.

işbu gönderi "yeni başlayanlar için blog yazmak" maiyetinde bir gönderi oldu; fakat amaç bu değildi. sadece blog olayına yabancı olan insanları biraz olsun yakınlaştırabilmek, "bu ne ola ki?" diyen kişilerin kafasındaki soru işaretlerini azaltmaktı amacım.

nitekim blog iyidir, tutun tutturun okuyun okutun ki bize de okuyacak bir şeyler çıksın. hadi bakalım.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

internet'in vatandaşlık hakkı olması!

kaynağım oyungezer dergisi... hayalim de hepimizinki gibi...

oldum olası gidip görmek isteği dışında iskandinav ülkelerinin hiçbirine ayrı bir sempatim olmamıştı. ancak son zamanlarda finlandiya acayip biçimde göze batar oldu. en son fc helsinki - beşiktaş eşleşmesi vardı. şimdi de daha ciddi bir mesele olarak da bu.

finlandiya'da, 1 temmuz itibariyle yürürlüğe giren yasa ile internet de su ve elektrik gibi insani bir ihtiyaç olarak görülüyor ve HİÇBİR KOŞUL ALTINDA KESİLMESİNE İZİN VERİLMİYOR.

bizim ülkemizde hâlâ eğitim hakkı bile, bir dakika bir dakika sikeyim eğitim hakkını YAŞAMA HAKKI bile korunamıyor. en temel hakkın bile suistimal edilebiliyor oluşu dururken ben nasıl bir yavşağım ki finlandiya'nın bu yasasına ağzımın suyu akıyor?

tabi tüm bunlar dururken henüz yapılan sansüre karşı yürüyüşten falan hiç bile bahsetmiyorum.

her neyse kısaca toparlayayım. hiçbir zaman yabancı millet dalkavuğu olmadım, faşist ise hiç olmadım. yurt dışında tesadüfen bir türk'e rastlasam çocuk gibi sevinecek kadar da milliyetçi olduğum söylenebilir. ama gelin görün ki bir türlü finlandiya'da yaşayan finlerin, devleti tarafından sevildiği kadar; türkiye'de yaşayan bir türk olarak, kendi devletim tarafından sevildiğimi hissetmiyorum.

işte ben böyle bir yavşağım.

7 Ağustos 2010 Cumartesi

uzun zamandır yapmak istediğim

bir şeyi yaptım. taa lise yıllarımdan beri aklımda olan bir hikaye vardı. "bundan çok güzel kısa film olur lan" diyip duruyordum kendi kendime. son bir haftadır inat ettim aldım elime kitabı oturdum yazdım.

hikaye senaryolaştı ve geriye keyifli olan kısmı kaldı sadece. ekranda nasıl görüneceği üzerine değişiklikler...

mesele o değil de üniversiteye başlamadan önce yaptığım ne varsa hepsini bırakmıştım istanbul'a geldiğimden beri. şimdi hepsini teker teker geri alıyor gibiyim. çook önceden yapmak istediğim şeylerden bir tanesini tamamlamış olmak da şu anda bana ayrı bir keyif veriyor...

negzel lan her şey, eski günlerdeki gibi.

o değil de bokunu çıkarıp "hurin'in çocukları"nı mı senaryolaştırsam.

(siktir git dediğinizi duyar gibi oluyorum, ne var lan ibneler? herkesin hayalleri kendine... "hurin'in çocukları"ndan da çok güzel senaryo olur.)

31 Temmuz 2010 Cumartesi

uzun zaman sonra...

onca zaman sonra, yeniden bir kısa film senaryosu yazdım. hiçbir şey yazamamaktan şikayetçiyken birden bire böyle bir işe girişip, beklediğimden daha başarılı olmaktan ötürü gurur ve mutluluk duyuyorum.

ŞİMDİ BURADA BÖYLE BÜYÜK BÜYÜK HARFLERLE SÖYLEMEK İSTİYORUM Kİ TÜM O SENARYO YARRAK GİBİ OLDU.

peki gurur ve mutluluk duyduğum başarı bunun neresinde? hemen söyleyeyim, dün başlayıp bugünkü çalışmamla beraber toplamda 6 saatte yazdığım 5 sayfayla bu işi bitirebilmiş olmam "üretme kabızı" olduğum şu dönemde büyük bir başarı benim için.

kötü olmasının sebebi ise o 5 sayfayı 6 saatte yazmış olmam esasen... ortaya çıkan şey henüz bir bebek ve çokça yeniden dokunuş istiyor. tüm o dokunuşların ardından da tüm o kirin altından parlayan bir yüz çıkacak gibi duruyor.

bu konuda yanılıyor olabilirim. ortaya çıkan şey belki vasat bile olmayabilir, ancak dediğim gibi bazı noktalardan bakıldığı zaman iş görebilecek bir şeyler çıktı ortaya...

üzerinde çalışılabilecek, oynanabilecek, düşünülebilecek şeyler...

27 Temmuz 2010 Salı

ikili ilişkiler

bugün artık iki kişi arasında olan değil, ikişer ikişer tüm dünyaya yayılan ilişkiler oluverdiler.

bak, iyi dinle.

iki kişi arasında kalmıyor ya artık, iki kişi arasında kalması gereken... hah işte bu senin suçun. ne zaman ki bir diğeriyle aranda olan biteni, hiç alakası olmayanla paylaştın; işte o zaman bozuldu her şeyin büyüsü. bir üçüncüye yer olsa "ikili" denir miydi ikimiz arasında olana?

ne zaman ki bir üçüncüye başladık anlatmaya aramızda olan biteni, işte o zaman değerini yitirdi her şey... her şey bir yana da nasıl düşündün diğerlerinin bizim ile ilgili olanı anlayabileceğini? yazık... ondan sonra da senin ya da benim yerime karar verir oldular...

yalnız kendini içine attığın bir tuzak var ki göremiyorsun.

sen kendini tutmadın ve çeneni açtın... hani hiç düşünmedin anlattığın kişinin de anlatacağını. -ve bu her zaman böyle olur- benim de duyacağımı.

bir kişinin iki kişinin üç kişinin bilmesi ya da bilmemesi değil mesele. ikimiz tutuyorduk biz sırrımızı.

aleni olanı dile getirmemekti bir sırrı sır yapan. dile getirdin ve sır artık "bugünün haberi" haline geldi. ben de her şeyi yeniden dinledim, haberleri dinler gibi.

iki kişinin arasındaki ilişki mi? buna benden başka değer veren var mı ki?

birinin dilinden diğerine... gezdikçe değişti gerçekler. ben hatırlıyorum her şeyi de kimseye anlatamıyorum ki gerçekten olanları, neler hissettiğimi veya neyi niçin yaptığımı...

kimse de sormuyor zaten...

26 Temmuz 2010 Pazartesi

yazar kilitlenmesi

"yazamamak" eyleminin psikolojideki karşılığı.

jerome david salinger... ünlü edebiyatçı en bilinen eseri "çavdar tarlasında çocuklar"ı yazdıktan sonraki 40 sene boyunca bir şey yayımlamamıştır. 74'ten bu sene ocak ayında vefat edene dek de röportaj vermemek için direnmiştir.

moby dick'in yazarı herman melville, yazdığı üç romanının ardından tanınırlığını yitirir olmuştur.

californication dizisinde hank moody, secret window filminde mort rainey'nin yaşadığı durum...

bunu neden anlatıyorum? çünkü aynı durumdan muzdaribim ve benim derdim bunların çok da ötesinde... hayır, hiç de abartmıyorum. abarttığımı düşünen, içinden "bunun götü kalkmış" diyip gülen varsa şimdi siktir olup gidebilir ve yazının devamında yapacağım açıklamaları da okumakla zaman yitirmemiş olur.

yazının başından beri bahsettiğim yazarlarla bir benzerliğim olduğunu ya da onlar kadar iyi bir yazar olduğumu bırakın bir yazar olduğumu bile iddia etmiyorum. hep söylediğim gibi ben sadece "yazmak" eylemini yapan bir insanım ve eğer "yazarım" diyorsam bu eylemi geniş zamanda çektiğimden ötürüdür. her neyse.

durumun vehameti ise şuradan gelmekte. bahsettiğim yazarlar kendilerini kanıtlamış, tarihte iz bırakmış olan insanlardır. oysaki benim henüz elle tutulur hiçbir çalışmam yok ve üstüne yazamıyorum. kulağa trajik gelmiyor mu? size göre belki hayır, ama -haliyle söz konusu benim hayatım olunca- bana göre evet...

bu yaptığım da yazmak, belki ama bu her okur yazarın yazabileceği tarzda bir yazı. nedir ki iki google araması yap, sonra gel aşikar olanı anlat. yoo dostum, yoo.

bunca zaman iyi kötü bir şeyler yazdım. aralarında binlerce beğenmediğim oldu. bir kaç tane de beğendiğim... şimdi beğenmediğim bir şeyler bile yazamıyorum... yazdıklarım da -dediğim gibi- ancak her okur yazarın yazabileceği seviyede... bir facebook kullanıcısından, bir twitter kullanıcısından daha fazlasını yazamıyorum.

yapabileceğim hiçbir şey yok.

okuyanlarda "he he çocuk heves etmiş bir şeyler yazmış. aferim en azından çabalamış." etkisi uyandırmaktan korkuyorum. yazdıklarımı açıp okuduğumda ben böyle hissediyorum...

16 Temmuz 2010 Cuma

bilmiyor, sadece tahmin yürütüyoruz...

ve bu da can sıkıcı.

bugün, kimse ilişkisini bir diğerini anlamak üzerine kurmuyor. aksine, zaten bir diğerini anladığı varsayımından yola çıkarak kuruyor. "böyle yapıyor ki kendimi kötü hissedeyim.", "hah, hadi be! dediği kadar düşünseydi...", "onun derdi belli..."...

"ne biliyorsun kötü hissetmeni istediğimi? ne biliyorsun hiç düşünmediğimi? ya derdimi? hiç sordun mu ki bileceksin tüm bunları?"

ya da

"hiç benden duydun mu, seni sevmediğimi?"

ikili ilişkiler (ki bununla ilgili de söyleyeceğim çok şey var ya neyse, o farklı bir yazının konusu olacak.) bir günden diğerine hızla değişmeye başladı. bunu engin bilgi ve birikimlerime dayanarak değil, 20 yaşında bir üniversite öğrencisi olarak söylüyorum. siz düşünün gerisini...

sormayı ve dinlemeyi bıraktık, evet, sözler ucuz. pekâlâ ne zaman bıraktık yine de sormayı, cevapları dinlemeyi, anlamayı... yalanlar mı anlattılar da, yoksa söylediklerini duymak mı istemedik de bıraktık. belki de hiç umursamadık cevapları. hayır hayır... bir tek bu olamaz bunun sebebi.

evet, sözler ucuz; fakat sadece dinlenmiyorlarsa...

ve hayır, bilmiyorsun hiçbir şeyi. nereden bileceksin ki?

26 Haziran 2010 Cumartesi

logos spermaticos -1-

boğazımda düğümleniyor kelimeler. söylemekten geçtim, onu zaten beceremiyorum. yazamıyorum, işte ondan dem vuruyorum.

yazarken bile üşengecim, kısa kısa yazıp bitireyim istiyorum. kısa kısa yazıp, kendimi kendime anlatayım istiyorum. bu aralar onu bile beceremiyorum. bir kere daha anlıyorum, ben yazamadığımda ne hissettiğimi de bilemiyorum. işte bu yüzden yazamadığımda, kendimi de bilemiyorum. mutlu muyum, mutsuz muyum, acı mı çekiyorum, heyecanlı mıyım...

ne garip, insanın davranışlarını anlamlandıramaması. "neden?" diye sorsan (ki bu soruya cevap bulmak konusunda çok beceriksiz olduğum alenen ortadadır.) "bilmiyorum" diyeceğim ve bu da hiç inandırıcı bir cevap olmayacak; fakat kendime de verbileceğim bir cevabım yok.

basit zevkleri olan bir adamın, böyle anlaması zor duyguları olmamalı. ruhsuz olduğumu hiçbir zaman kabul etmem, ama hiçbir şey hissetmiyorsam da bunun aksini nasıl ispat ederim? insan belki üzgündür, belki mutludur, belki bıkmıştır, belki heveslidir... bunlardan birisi olmalıdır.

bense en başından beri inkar etmediğim gibi hiçbir şeyim. başarılı olduğumu düşündüğüm şeyle uğraşmaktan hiç vazgeçmedim; fakat hiçbir zaman kendini kanıtlama çabasına da düşmedim. böyle olduğu kadar karşıma kendimi kanıtlama fırsatı da çıkmadı zaten. pekâlâ, durum böyle olunca da hayatta hayallerinden ve kendini mutlu etmek için bulduğu uğraşlarından başka bir şeyi olmayan bir adam olarak kaldım.

bir şeye takıldım mıydı, hayatıma devam etmemekte ısrar ettim. kendimi terbiye etmek için takıntılar yarattım ve bunlardan beslendim. hissederek söylediklerimden dönmemek için büyük çaba harcadım. pişman mıyım? hayır, ancak her söylediğimin de arkasında durmayabilirim bugün. nitekim söylediklerim, düşündüklerim gibi değişebilir. değişecektir. dün bir şey söylediysem, yarın aksini de söyleyebilirim. kendi kanaatimce (fikirlerimin değişebildiğini biliyor olmamdan hareketle) bir şeyleri tartışmak için uygun bir adam olduğum kanısında oldum. fikrini değiştirme ihtimali olmayan bir insanla tartışmak mantıksız, ahmaklık gibi geliyor.

hassiktir. lafa başlarken bunları konuşmak amacında değildim. kendime anlatacağım şeylerin kendi geçmişimden başka bir şey olmadığını anlıyorum buradan. anlıyorum, anlıyorum da bugün hangi duygular içerisindeyim? hâlâ bilmiyorum.

eyvah! kendimi kendime anlatmakta bile güçlük çekiyorum. demektir ki günden güne daha niteliksiz yazıyorum, bu vesileyle de olmak istemediğim tarzda bir insan olmaya bir adım daha yaklaşıyorum...

7 Haziran 2010 Pazartesi

yeter

zor kere zor günler...

her insan gibi benim de geldiğimde dengemin bozulduğu bir nokta var. şu an, o noktanın da çok çok ötesindeyim ve hayatın ne kadar ibne olduğunun anlaşıldığı anları ardı ardına yaşamaktayım.

kodumun dersleri fransızca ve koca sene boyunca bir halt anlamadım. hal böyleyken finaller daha bir beter oldu. ne zaman güzel bir şey olacak olsa, vazgeçiyor olmaktan. hayat her zamanki gibi gardımı kaldırmaya fırsat vermeksizin tokatlayıp duruyor.

annem bile eve geldiğimi görüp, kapının otomatiğine basmadı. halbuki anahtarımı çıkarmaya uğraşmasam bile biraz olsun ruh halimi toplayabilirdim.

pek tatsız bir şaka gibi geçip gidiyor günler. arada her şeyden uzaklaşmayı becerebildiğim günler de oldu şükür ki...

neyse işte, sıkıntılara gark oldum...

"geçer" bana gelsin, neyzen tevfik'ten...

16 Mayıs 2010 Pazar

gsü fest '10 günceleri

2. "geleneksel" festival yazımdır. henüz sadece ilki cereyan etti, kalanlarını bu notu düzenleyip ekleyeceğim.

--- Gün 1 ---

erken saatlerde, katıldığım "Le detail aux mots" yarışmasını kazanamadığım haberini aldım. süper başladık yani...

malum, festival alanında çalışıyor oluşumdan ötürü sabah dokuz civarı başladı benim için festival. oldukça yorucu da bir gündü; fakat ondan öte festivallerin birinci günlerinin lanetli olduğuna inanmaya başladım.

yalın ve ondan evvel geveze ile bay j (ya da her ne s*kimse, garip bi adı olan adam) performans sergileyecekti.

geveze'nin de söylediği gibi, karaoke bardaymış hissine kapıldım. mfö'den cem karaca'ya kadar bir çok sanatçının şarkıları söylendi ve her biri de istisnasız harikaydı. aynı zamanda da bülent ortaçgil'in ne denli ölümcül şarkılar yazdığını hatırlattılar bana..

sonra da gece benim için erken bitti... bir kez daha... ha yalın mı?

"çok üzgünüm kalamadım..."

--- Gün 2 ---

teoman ve kenan doğulu'nun sahne aldığı geceydi.

teoman'ın ne derece başarılı olduğunu anlamak için etrafınızdaki insanlara kulak verin. "bok gibi söylüo yeaaaa", "teoman'ın götü çok kalkık abi" gibi yorumlar ne kadar çoksa işte bu adam o derece başarılı.

türlü türlü kaprisler yapmış, sahneye de geç çıkmıştır bu amcam evet. ama sahneye çıkışına kadar kendi çapında yuhalayan, küfreden güruh adam sahneye çıkar çıkmaz zevkten kendinden geçmeye başladı. ee ne oldu? iyiydik ya, yuhalıyordun falan hani?

kenan doğulu zaten istikrarlı bir adam performansı yıllardır hep aynı. ama 2 hareketlinin arasına bir yavaş şarkı koyması bana dokunuyor. tam gaza gelmişiz coşmaya başlamışız pat eskilerden slow bir parça haydiii en başa...

ayrıca ortalık mahşer yeri gibiydi böyle bir kalabalık görmedim ömrüm boyunca...

--- gün 3 ---

son iş günüm oluşundan kaynaklı yorgundum. adı anıldıktan sonra epeyce taşak geçtiğimiz buzuki orhan, nil ve jay jay johansson sahne aldı.

sound check yaptıkları anda buzuki orhan'ın ne tarz bir müzik yaptığını anladım. balkan müziğine aç olanların dinlemesi gereken bir adammış kendisi. "ederlezi"yi kendi yorumuyla söylemesi oldukça güzel oldu. nitekim başarılı buldum kendisini.

nil ve jay jay ile ilgili bir yorum yapamayacağım zira onları dinlemek için kalmadım. yalnız nil'in vokalistini de sound check sırasında dinledim. açık ve net söyleyebilirim ki nil'in sesi ile -kayıtlarından bildiğim kadarıyla- vokalinin sesi arasında zerre fark yok.

--- festivalin sonu ---

11 Nisan 2010 Pazar

the pacific vs band of brothers

"band of brothers'dan daha büyük bir prodüksiyon." bu laf bana değil şipilbörg amcaya ait. daha büyük olacak lafını the pacific için diyor.

the pacific'in ilk bölümü olan "guadalcanal leckie" bölümünü izledim. evet ismini söylemeyi beceremiyorum tahmin edebileceğiniz gibi... gerçi ben de sizin söyleyemeyeceğinizi tahmin ediyorum. en azından ilk seferde...

çok yüzeysel biçimde önemli karakterlerin savaşa katılmadan önceki hayatlarından bahsediliyor, biraz sıkıcı olmakla beraber karakterlerle ilgili güzel ayrıntılar da veriyor.

ilk savaş sahnesi "guadalcanal"a yapılan çıkarmayla başlanıyor. o meşhur normandiya çıkarmasıyla birebir aynı şekilde başlıyor. ta ki asker taşıyan araçların kapağı açılana kadar. öyle bir atmosfer oluşturuyorlar ki sanıyorsunuz ki o kapaklar açılır açılmaz nazi askerleri ağır makinalı atışına başlıyacaklar kan gövdeyi götürecek pek çokları daha sahile ayak basamadan ölecekler... ama öyle olmuyor... sahile ayak basan askerler başta koşarlarken sonra şaşkınlıkla durup bakıyorlar. oraya çoktan ayak basıp kamp kurmuş bir takım amerikan askeri "nerde kaldınız?" diyor. siz de gerildiğinizle kalıyorsunuz... yani bildiğiniz geçmiş seyir tecrübelerinizi sömürüyorlar, band of brother'ın er ryan'ı kurtarmak'ın mirasını yiyor...

tek bölüm izleyip yorum yapmak yanlış, biliyorum. ama şimdilik söyleyebilirim ki the pacific band of brothers'a kurban olsun...

o değil de er ryan'ı kurtarmak'a sormuşlar "the pacific mi band of brothers mı?" diye. "ben siker geçerim, polemiğe girmem." demiş.

Orhun Kayaalp

31 Mart 2010 Çarşamba

insanın yalnız olduğunu hissettiği anlar

çok var, şimdi tekrar düşündüm hakikaten çok var... ben kendi sebebimle başlayayım...

düşün şimdi. bunalmışsın, ama öyle böyle değil. sık sık ağzından "eh yetti be.", "burama kadar geldi.", "tam buramdayım, patlıcam sonunda ama dur bakalım." cümleleri ağzından çıkıyordur. yalnız olduğunu hissedersin.

beraber olmak istediğin insanların yanında bir türlü olamıyorsundur. ama çok istiyorsundur, burası önemli... çok ama çok istiyorsundur ve bir türlü olmuyordur. özlüyorsundur... işte yalnız olduğunu hissedersin...

daha bir sürü de sebep var bir insanın kendini yalnız hissetmesi için.

nisan ayına girmek üzere olduğumuz şu günlerde mesela, bıcır bıcır çiftler görmeye başlarsın, belki o zaman dank eder kafana yalnız olduğun. belki kolunda birisi vardır ve yalnız olanları görürsün ve düşünürsün "ne farkım var ki onlardan" diye... yalnızlığın çaresi, yanında hep birinin olması değildir ya... anlarsın yalnızlığını.

sonra hiç yokken dar gelir her yer sana. hep bir yerinin olacağını düşündüğün yerlerde, yer bulamaz olursun... bir an tüm yanılsamalarından sıyrılır, yalnız olduğunu anlarsın...

insan dediğinin; sikim kadar boyu var, türlü türlü huyu var. ne kadar çok anlatsan anlamıyordur kıymetini. sözler boş evet, ama sadece hissetmeden söylüyorsan...

sonra şöyle bir düşününce fark edersin, ne kadar çok seviyorsun arkadaşlarını; fakat söylememişsin bir kez bile... ilk fırsatta; belki yanaklarını sıkıp, belki elini omzuna koyup, belki sıkı sıkı sarılıp "seviyorum la seni" diyeceğini söylersin kendi kendine.

fakat o fırsat hiç ele geçmez...

tebrikler, bir kez daha anladınız...

yalnızsınız...

Orhun Kayaalp

28 Mart 2010 Pazar

müziğin gücü

gecenin bir yarısı kalkıverdim yine. bu sefer "tarifsiz kederler içinde" olduğumdan değil. sırf bu akşam müzik dinlemediğimi fark ettiğim için.

lafı uzatmayacağım.

leonard cohen, in flames ve daha niceleri beni bekler...

Orhun Kayaalp

23 Mart 2010 Salı

benim arkadaşlarım

canım sıkkınken acayip acayip şeylere takılıyor kafam. öyle ki sinirden kendimi si... öhöm, neyse.

kendimi bildim bileli bir avuçtan fazla arkadaş edinmemek gibi bir huyum var. hep aksi olsun isterdim, ama hep de böyle olmuştur. bugün pek arkadaşım yok ve dün de bu böyleydi, ondan önceki gün de...

ama mesela ortak arkadaşlar vardır tanımadığınız insanlarla, çok severim. tanımadığınız o kişiyle konuşacak çok fazla konu bulmanızı sağlar. laf lafı açar, sonra tekrar görüşüp görüşmemeniz önemli değildir; fakat o anda hoş bir sohbet etmişsinizdir ve bu da bazen çok önemlidir. ben hep buna içten inanmışımdır.

fakat birbirini tanımayan iki insanın ortak arkadaşı olmak da bir sancı oldu hep benim için. özellikle de o anda ortamda bulunduğumda... geriliyorum ya hu... insanlar garip, "insanlar birbirini sevmek zorunda değildir, ama saygı duymalıdır." diyen lavuğa da kafam girsin. sevmediğini sevme tamam eyvallah da insanlar birbirini sevmeye çaba göstermeli. ben de birbirinden haz etmeyen iki insan arasında göt gibi kalmayayayım.

bir de arkadaş grupları diye bi olay var. kafa yapısı birbirine yakın olan kişiler gruplaşıyor. git gide de kabuk bağlıyorlar. dışarıya kapalı bir hale geliyorlar. ben de bir şekilde hep farklı arkadaş gruplarından birer arkadaş ediniyorum ve bundan dolayı acayip durumlar yaşanıyor. bir sebepten birbirinden haz etmeyen iki insan bir araya geliyor ve voilà... in view, a humble vaudevillian veteran, cast vicariously as both victim and villain by the vicissitudes of fate. aa bi dakka karıştı. ne diodum, he birbirinden haz etmeyen iki insan bir araya geliyor ve en ufak bir kıvılcımda laf sokma yarışı başlıyor. olan tabi arada kalmaktan dolayı bana oluyor...

halbuki böyle bir durumda insan hısmı olana laf sokmayı dert edeceğine, arkadaşını zor durumda düşürmemeyi düşünmeli. göt gibi kalışlara küsmelerim. öeh.

ya ben neyse lan bir şey demiyorum...

Orhun Kayaalp

21 Mart 2010 Pazar

bir efsanenin düşüşü: max payne

oyunu oynadığımda kaç yaşımdaydım hatırlamıyorum; fakat film noir tadındaki atmosferi ve çizgi roman şeklindeki geçişleriyle max payne, klasik hikayesini görülüp görülebilecek en iyi şekilde işliyordu.

trençkotlar, sık sık yakılan sigaralar, yozlaşmış ve renksiz bir şehir... beyaza en yakın -fakat beyaz olmayan- şey ise yağan kar ve tüm bunların arasında intikam yemini etmiş bir polis.

hikaye içerisinde bir insanı karakterin intikam yeminine ortak etmeye yarayacak tüm öğeleri barındırıyor. eşinin katledilişi yetmezmiş gibi kundaktaki bebeği de katlediliyor max'in ve olayın arkasındaki sır perdesini aralama isteği ile beraber inanılmaz bir istek duyuyorduk oyunu oynamak için; ancak film için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim.

bir saat kırk dakika içersinde fazlaca hızlı bir biçimde anlatılıyor max'in hikayesi. oyunda etkileyici ne varsa, filmde o yok. oyundaki etkileyici film noir havası yok mesela... film noir'ın olmazsa olmazı femme fatale var, ama bu da o ışıl ışıl şehrin silüeti görülünce kaybolup gidiyor.

wahlberg'den beklenmeyecek derecede ruhsuz bir oyunculuk da üstüne eklenince, hayaller yıkılıveriyor. max payne, acımasız; fakat asla ruhsuz olmadı...

bir başka oyunun filmi olsaydı eğer, beğenebilirdim. gelin görün ki söz konusu max payne gibi bir efsane olunca çıta oldukça yükseliyor...

Orhun Kayaalp

16 Mart 2010 Salı

orthanc'tan düşen gandalf

yüzüklerin efendisi sevenler muhtemelen bu bilgilere vakıftırlar; fakat yine de yazacağım. böylece bilenler bir kere daha öğrenmiş olurlar -çünkü bir şeyi birden fazla kere öğrenebilirsiniz- bilmeyenler de yüzüklerin efendisi'nin ne kadar kadim bir dünyanın ne kadar ufak bir hikayesi olduğuna tanıklık ederler.

şimdi hatırlayanlar olacaktır, ilk filmde gandalf yüzüğün orta dünya'da başıboş gezdiğini fark ettiğinde çeşitli yerleri ziyaret eder. bu yerlerden bir tanesi, istari'nin en kudretlisi olan saruman'ın meskeni olan isengard'taki orthanc kulesidir. ne yazık ki saruman güce yenik düşmüş ve çoktan sauron'un yanında savaşa girmeye hazırlanmaya başlamıştır. bu sıralar boz olan -gandalf the brown- gandalf'a da aynı şeyi yapmasını teklif eder; fakat gandalf bunu kabul etmeyip üstüne saruman'dan sağlam bir sopa yiyecek sonrasında da saruman tarafından orthanc'ın tepesinde -ki hapishanelerin en beteridir zannımca- hapsedilecektir. burada saruman'ın son teklifini de reddettiği sırada, tam saruman tarafından katledilecekken kendisi kuleden atlar ve tam o sırada bir kartal tarafından kurtarılarak ölümden ucuz yırtmıştır. işte anlatacaklarım da tam olarak bunlarla ilgili.

öncelikle az evvel bahsettiğim "istari"den bahsedeyim. istari orta dünya'nın ikinci çağında gönderilen beş büyücünün anılış biçimidir. bu beş büyücü gandalf, saruman, radagast, alatar ve pallando'dur. pallando ve alatar'ın konumuzla hiç ilgisi yok.

şimdi kartal diyerek hakaret ettiğimiz, gandalf'ı kurtaran varlığın adı "gwaihir"dir. türkçe "rüzgârın efendisi" olarak bilinir. peki bu hayvan niçin gandalf'ı kurtarmaya gelmiştir? tehlikede olduğunu nerden bilmektedir?

yine az evvel bahsettiğim bir noktaya dönüyorum. gandalf, saruman'a yenik düştüğünde henüz "the brown" olarak biliniyordu. bizi ilgilendiren bir diğer istari olan radagast da aynı şekilde "the brown"dır ve aynı zamanda "hobbit" kitabında gandalf'ın kuzeni ve daimi müttefiki olarak anılır. bu istari orta dünyanın kuzeybatısında yaşar ve hayvanlarla konuşabilmek gibi özel bir yeteneğe sahiptir.

işte rüzgârın efendisi'ni gandalf'ın yardımına gönderen de frodo'yu kıyamet dağından akan lavlardan kurtaran kartalları gönderen de radagast'tır.

var mı itirazı olan?

Orhun Kayaalp

13 Mart 2010 Cumartesi

mademki dünya bir hiç...

gece de iç gündüz de iç diyerek sığlık etmeyeceğim. şimdi benden böyle bir şey yazmamı bekleyeniniz varsa hemen burayı terk etsin. hemen şimdi, çık git.

öhöm, neyse. iki duble bir şey içen adam başımıza ya neyzen kesiliyor ya hayyam... neymiş efendim? "bu dünya bir hiç"miş "boş"muş "her şey"... he yavrum aferim, bugün yaklaşık altı milyar insan yaşıyor dünya üzerinde ve bilmem kaç katı kadarı da yaşayıp ölmüş. henüz otuzuna varmadan çözdün bütün hayatı, he valla bravo.

hadi ilgin yoktur okumazsın da lisede de mi duymadın hiç; ne biliyim bir freud olsun, spinoza olsun, durkheim olsun, monteigne olsun... ulan hepsini geçtim insan hatun düşürmek için bir nietzsche falan okur karl marx okur. bu adamlar hayatın anlamını çözücem de "ab-ı hayat" içicem diye hayatlarını bok ettiler de bir şey anlamadılar be... ya ben neyse bir şey demiyorum.

evet, bu hayat son bulacak; fakat boş değil. bunu kabul etmiyorum, edemem. edersem yaşanmışlıklarıma ayıp olacak. kendime terbiyesizlik olacak. boş ise hayat, insan için yaratılan -ya da kimilerine göre kendiliğinden var olan- onca şey neden?

bu kadar özlemek, böylesine sevmek, bir şeyleri istemek, aşık olmak, gülmek, ağlamak, eğlenmek, hüzünlenmek, yalnızlık çekmek... neden? her birini ayrı ayrı her birimiz yaşamıyor muyuz? evet, öyleyse neden? cevabı olmayan bir soru bu, neden?

-çünkü hayat çok boş yeaaaaa...
-git kendini çok sevdirmeden...

gülünç...

Orhun Kayaalp

8 Mart 2010 Pazartesi

oooo! bugün ne kadar politiksiniz!

lise yıllarımdan beri, şahsen maruz kaldığım yetmezmiş gibi aynı jenerasyonun çocukları olduğumuz pek çok kişi de bununla itham ediliyor: "Politikaya, aktüeliteye ve dünya problemlerine öyle duyarsızsınız ki..."

bundan olacak ki bir çoğumuz kendini büyük bir baskı altında hissediyor. her neyse diyeceğim bu değil.

ben bunu söyleyenlere tamamen karşıyım. kesinlikle de apolitizasyon çalışmalarından etkilenmiş, apolitik bir nesil olarak yetiştiğimize inanmıyorum. aksine o kadar politize olmuşuz ki...

mesela okuduğumuz kitaplara bakalım. daha lisedeyken "dar ağacında üç fidan" okuyor benim neslim. o bitti miydi pat, "gülünün solduğu akşam"... hımm başka? şimdi başka bir şey aklıma gelmedi. ama sık sık tekrardan okunuyor bu kitaplar. bizimle bir iki lakırdı etmek isterseniz politika üzerine bu ikisini okuyun kâfi.

sonra mesela facebook'tan "event"ler yapılıyor. hıyarlara, recep tayyip erdoğan'dan daha fazla hayranlar bulunuyor. cumhuriyet elden gitmesin diye bir milyonlara ulaşılıyor. sonra bu facebook'tan büssürü fotoğraflar falan paylaşılıyor, penguen'den uykusuz'dan ilgili karikatürler falan ekleniyor. altına, üstüne, sağına soluna da yorumlar ekleniyor. "ekiekeike aqp üheüh." diye. pek çoklarının aksine bence örgütlenme "sanal ortamda" başlayacak.

sonra mesela bir de politik şarkılar dinliyoruz. şöyle bol küfürlü, bakanlara başbakanlara sağlam giydiren cinsten... daha ne olsun?

şimdi artık ricam, bize artık "apolitiksiniz lan." demeyi bırakın. bir kişiden, bakın öyle organize olun sinerji yaratın falan demiyorum, sadece bir kişiden rica ediyorum... politikayla nasıl ilgilenir, gündem nasıl takip edilir, eleştiri ile hakaret arasındaki fark nedir, beyin sahibi insanlar konuları ne açılardan ele alır bunları anlatsın...

Orhun Kayaalp

lise yıllarımda ne oldu

uykum kaçtı. gecenin bu saati olmuş ayaktayım. beni uyutmayan, yatağımdan kaldıran sebepse insan zihni...

bu sefer düşünmekten uyuyamadığım konu, lise yıllarım. madem uyuyamıyorum, dedim kendi kendime, öyleyse kalkıp bunları kusayım buraya. rahatlayıp sıcak yatağıma döner uyurum, ümidiyle...

liseden önce ne oldu? bir ortaokul efsanesi vardı. o yaştaki bir insanın nadiren yaşayabileceği şeyleri yaşadım orta son sınıfta. sıkı dostluklar kazandım. o yaşta bir insanın yaşamaması gereken şeyler de vardı bunların arasında. şimdi baktığımda "eheh" diyip geçtiğim şeyler, o zamanlar hakikaten büyük anlamlara sahipti.

sonra lisede ne oldu? lise başlar başlamaz bir hayal kırıklığı ele geçirdi tüm benliğimi. biz öylesine kandırılmış bir nesildik ki lisede aradığımızı bulamayacağımızı hiç düşünmemiştik. yani en azından ben düşünmemiştim.

ben günden güne içime kapanıyordum, yıllardır tanıdığım arkadaşlarım ise götlük üzerine götlük ediyordu. sonra aynı lisede olmadığım arkadaşlarımdan uzaklaşır oldum. niçin? çünkü o yıllar benim için öyle zordu ki eski arkadaşlarımla irtibat kurmak gerçekten de birinci önceliğim değildi... nitekim yavaş yavaş verilen sözler unutulmaya, arkadaşlardan kopmaya başlandı. bunu ben de istemedim, ama böyle olmasına sebep olanlardan biri de benim. şimdi, ama doğru ama yanlış, kendimce haklı sebeplerim de var...

fazlaca çocuktum, üstüne üstlük yeteri kadar büyüyemedim. dört senelik lise hayatımda daha en başından arkadaşlıkları kıymetli insanlarla arkadaşlık edemedim. iki çift laf etmekten hoşlandığım insanlarla arkadaşlık edemedim. hâlâ görüştüğüm ve görüşmeye devam edeceğim arkadaşlıklarım var elbette; fakat iletişim kurmadığım için pişman olduğum arkadaşlarım da var ve şimdi kırk yılda bir konuştuğum arkadaşlarımdan çok bu insanlar geliyorlar aklıma.

peki neden böyle oldu? çünkü eşşeğin zi... öhöm. neyse, neden böyle oldu? çünkü ebemin a... lan bi dur. kısacası ben aklımı si... ben bu yazıyı küfretmeden tamamlayamayacağımdan korkar oldum.

neden böyle oldu? çocukluk ettim, kabul. şimdiki aklım olsaydı bu hataya düşmezdim yani aptaldım da, bu da kabul. ama şimdi bakıyorum da ulan çok da boktan şeylerin derdindeydik be...

Orhun Kayaalp

7 Mart 2010 Pazar

hier encore, j'avais vingt ans...

bir kaç gün önce -aslında tam olarak 2 hafta önce, bir 25 şubat günü...- 20 yaşıma girdim. tarihe bakacak olursanız, evet bu geç kalmış bir doğum günü yazısı.

bilen bilir, çok fazla önemsemiyorum doğum günlerini. bilhassa kendiminkini... ama ne olsa, etkileniyor insan. başlıktan da anlaşılabileceği üzere abartılı biçimde dramatize ediyorum. "daha dur neler göreceksin." dediğinizi duyabiliyorum; fakat 20 senede hayatı anladığımı düşündüğümden değil, bu 20 senede yaşadıklarımdan dolayı bu tarz bir dramatize etme işine girdim.

evet, daha görmediğim ve göreceğim çok şey var biliyorum. bununla bir problemim de yok. gelin görün ki bunca zaman neler yaşadığımı da ben biliyorum. hayatımın ne yönde değişime uğradığını, gün geçtikçe nasıl değiştiğimi ben biliyorum. dertlerim, zevklerim, fikirlerim... her biri değişti ve hâlâ da değişiyor. değişmeyen bir şey varsa o da yazmayı hâlâ seviyor olmam...

neyse işte... fazla duygulanmaya da gerek yok. yaşlanmak güzel... ama doğum günlerine de kafam girsin.

Orhun Kayaalp