31 Mart 2010 Çarşamba

insanın yalnız olduğunu hissettiği anlar

çok var, şimdi tekrar düşündüm hakikaten çok var... ben kendi sebebimle başlayayım...

düşün şimdi. bunalmışsın, ama öyle böyle değil. sık sık ağzından "eh yetti be.", "burama kadar geldi.", "tam buramdayım, patlıcam sonunda ama dur bakalım." cümleleri ağzından çıkıyordur. yalnız olduğunu hissedersin.

beraber olmak istediğin insanların yanında bir türlü olamıyorsundur. ama çok istiyorsundur, burası önemli... çok ama çok istiyorsundur ve bir türlü olmuyordur. özlüyorsundur... işte yalnız olduğunu hissedersin...

daha bir sürü de sebep var bir insanın kendini yalnız hissetmesi için.

nisan ayına girmek üzere olduğumuz şu günlerde mesela, bıcır bıcır çiftler görmeye başlarsın, belki o zaman dank eder kafana yalnız olduğun. belki kolunda birisi vardır ve yalnız olanları görürsün ve düşünürsün "ne farkım var ki onlardan" diye... yalnızlığın çaresi, yanında hep birinin olması değildir ya... anlarsın yalnızlığını.

sonra hiç yokken dar gelir her yer sana. hep bir yerinin olacağını düşündüğün yerlerde, yer bulamaz olursun... bir an tüm yanılsamalarından sıyrılır, yalnız olduğunu anlarsın...

insan dediğinin; sikim kadar boyu var, türlü türlü huyu var. ne kadar çok anlatsan anlamıyordur kıymetini. sözler boş evet, ama sadece hissetmeden söylüyorsan...

sonra şöyle bir düşününce fark edersin, ne kadar çok seviyorsun arkadaşlarını; fakat söylememişsin bir kez bile... ilk fırsatta; belki yanaklarını sıkıp, belki elini omzuna koyup, belki sıkı sıkı sarılıp "seviyorum la seni" diyeceğini söylersin kendi kendine.

fakat o fırsat hiç ele geçmez...

tebrikler, bir kez daha anladınız...

yalnızsınız...

Orhun Kayaalp

28 Mart 2010 Pazar

müziğin gücü

gecenin bir yarısı kalkıverdim yine. bu sefer "tarifsiz kederler içinde" olduğumdan değil. sırf bu akşam müzik dinlemediğimi fark ettiğim için.

lafı uzatmayacağım.

leonard cohen, in flames ve daha niceleri beni bekler...

Orhun Kayaalp

23 Mart 2010 Salı

benim arkadaşlarım

canım sıkkınken acayip acayip şeylere takılıyor kafam. öyle ki sinirden kendimi si... öhöm, neyse.

kendimi bildim bileli bir avuçtan fazla arkadaş edinmemek gibi bir huyum var. hep aksi olsun isterdim, ama hep de böyle olmuştur. bugün pek arkadaşım yok ve dün de bu böyleydi, ondan önceki gün de...

ama mesela ortak arkadaşlar vardır tanımadığınız insanlarla, çok severim. tanımadığınız o kişiyle konuşacak çok fazla konu bulmanızı sağlar. laf lafı açar, sonra tekrar görüşüp görüşmemeniz önemli değildir; fakat o anda hoş bir sohbet etmişsinizdir ve bu da bazen çok önemlidir. ben hep buna içten inanmışımdır.

fakat birbirini tanımayan iki insanın ortak arkadaşı olmak da bir sancı oldu hep benim için. özellikle de o anda ortamda bulunduğumda... geriliyorum ya hu... insanlar garip, "insanlar birbirini sevmek zorunda değildir, ama saygı duymalıdır." diyen lavuğa da kafam girsin. sevmediğini sevme tamam eyvallah da insanlar birbirini sevmeye çaba göstermeli. ben de birbirinden haz etmeyen iki insan arasında göt gibi kalmayayayım.

bir de arkadaş grupları diye bi olay var. kafa yapısı birbirine yakın olan kişiler gruplaşıyor. git gide de kabuk bağlıyorlar. dışarıya kapalı bir hale geliyorlar. ben de bir şekilde hep farklı arkadaş gruplarından birer arkadaş ediniyorum ve bundan dolayı acayip durumlar yaşanıyor. bir sebepten birbirinden haz etmeyen iki insan bir araya geliyor ve voilà... in view, a humble vaudevillian veteran, cast vicariously as both victim and villain by the vicissitudes of fate. aa bi dakka karıştı. ne diodum, he birbirinden haz etmeyen iki insan bir araya geliyor ve en ufak bir kıvılcımda laf sokma yarışı başlıyor. olan tabi arada kalmaktan dolayı bana oluyor...

halbuki böyle bir durumda insan hısmı olana laf sokmayı dert edeceğine, arkadaşını zor durumda düşürmemeyi düşünmeli. göt gibi kalışlara küsmelerim. öeh.

ya ben neyse lan bir şey demiyorum...

Orhun Kayaalp

21 Mart 2010 Pazar

bir efsanenin düşüşü: max payne

oyunu oynadığımda kaç yaşımdaydım hatırlamıyorum; fakat film noir tadındaki atmosferi ve çizgi roman şeklindeki geçişleriyle max payne, klasik hikayesini görülüp görülebilecek en iyi şekilde işliyordu.

trençkotlar, sık sık yakılan sigaralar, yozlaşmış ve renksiz bir şehir... beyaza en yakın -fakat beyaz olmayan- şey ise yağan kar ve tüm bunların arasında intikam yemini etmiş bir polis.

hikaye içerisinde bir insanı karakterin intikam yeminine ortak etmeye yarayacak tüm öğeleri barındırıyor. eşinin katledilişi yetmezmiş gibi kundaktaki bebeği de katlediliyor max'in ve olayın arkasındaki sır perdesini aralama isteği ile beraber inanılmaz bir istek duyuyorduk oyunu oynamak için; ancak film için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim.

bir saat kırk dakika içersinde fazlaca hızlı bir biçimde anlatılıyor max'in hikayesi. oyunda etkileyici ne varsa, filmde o yok. oyundaki etkileyici film noir havası yok mesela... film noir'ın olmazsa olmazı femme fatale var, ama bu da o ışıl ışıl şehrin silüeti görülünce kaybolup gidiyor.

wahlberg'den beklenmeyecek derecede ruhsuz bir oyunculuk da üstüne eklenince, hayaller yıkılıveriyor. max payne, acımasız; fakat asla ruhsuz olmadı...

bir başka oyunun filmi olsaydı eğer, beğenebilirdim. gelin görün ki söz konusu max payne gibi bir efsane olunca çıta oldukça yükseliyor...

Orhun Kayaalp

16 Mart 2010 Salı

orthanc'tan düşen gandalf

yüzüklerin efendisi sevenler muhtemelen bu bilgilere vakıftırlar; fakat yine de yazacağım. böylece bilenler bir kere daha öğrenmiş olurlar -çünkü bir şeyi birden fazla kere öğrenebilirsiniz- bilmeyenler de yüzüklerin efendisi'nin ne kadar kadim bir dünyanın ne kadar ufak bir hikayesi olduğuna tanıklık ederler.

şimdi hatırlayanlar olacaktır, ilk filmde gandalf yüzüğün orta dünya'da başıboş gezdiğini fark ettiğinde çeşitli yerleri ziyaret eder. bu yerlerden bir tanesi, istari'nin en kudretlisi olan saruman'ın meskeni olan isengard'taki orthanc kulesidir. ne yazık ki saruman güce yenik düşmüş ve çoktan sauron'un yanında savaşa girmeye hazırlanmaya başlamıştır. bu sıralar boz olan -gandalf the brown- gandalf'a da aynı şeyi yapmasını teklif eder; fakat gandalf bunu kabul etmeyip üstüne saruman'dan sağlam bir sopa yiyecek sonrasında da saruman tarafından orthanc'ın tepesinde -ki hapishanelerin en beteridir zannımca- hapsedilecektir. burada saruman'ın son teklifini de reddettiği sırada, tam saruman tarafından katledilecekken kendisi kuleden atlar ve tam o sırada bir kartal tarafından kurtarılarak ölümden ucuz yırtmıştır. işte anlatacaklarım da tam olarak bunlarla ilgili.

öncelikle az evvel bahsettiğim "istari"den bahsedeyim. istari orta dünya'nın ikinci çağında gönderilen beş büyücünün anılış biçimidir. bu beş büyücü gandalf, saruman, radagast, alatar ve pallando'dur. pallando ve alatar'ın konumuzla hiç ilgisi yok.

şimdi kartal diyerek hakaret ettiğimiz, gandalf'ı kurtaran varlığın adı "gwaihir"dir. türkçe "rüzgârın efendisi" olarak bilinir. peki bu hayvan niçin gandalf'ı kurtarmaya gelmiştir? tehlikede olduğunu nerden bilmektedir?

yine az evvel bahsettiğim bir noktaya dönüyorum. gandalf, saruman'a yenik düştüğünde henüz "the brown" olarak biliniyordu. bizi ilgilendiren bir diğer istari olan radagast da aynı şekilde "the brown"dır ve aynı zamanda "hobbit" kitabında gandalf'ın kuzeni ve daimi müttefiki olarak anılır. bu istari orta dünyanın kuzeybatısında yaşar ve hayvanlarla konuşabilmek gibi özel bir yeteneğe sahiptir.

işte rüzgârın efendisi'ni gandalf'ın yardımına gönderen de frodo'yu kıyamet dağından akan lavlardan kurtaran kartalları gönderen de radagast'tır.

var mı itirazı olan?

Orhun Kayaalp

13 Mart 2010 Cumartesi

mademki dünya bir hiç...

gece de iç gündüz de iç diyerek sığlık etmeyeceğim. şimdi benden böyle bir şey yazmamı bekleyeniniz varsa hemen burayı terk etsin. hemen şimdi, çık git.

öhöm, neyse. iki duble bir şey içen adam başımıza ya neyzen kesiliyor ya hayyam... neymiş efendim? "bu dünya bir hiç"miş "boş"muş "her şey"... he yavrum aferim, bugün yaklaşık altı milyar insan yaşıyor dünya üzerinde ve bilmem kaç katı kadarı da yaşayıp ölmüş. henüz otuzuna varmadan çözdün bütün hayatı, he valla bravo.

hadi ilgin yoktur okumazsın da lisede de mi duymadın hiç; ne biliyim bir freud olsun, spinoza olsun, durkheim olsun, monteigne olsun... ulan hepsini geçtim insan hatun düşürmek için bir nietzsche falan okur karl marx okur. bu adamlar hayatın anlamını çözücem de "ab-ı hayat" içicem diye hayatlarını bok ettiler de bir şey anlamadılar be... ya ben neyse bir şey demiyorum.

evet, bu hayat son bulacak; fakat boş değil. bunu kabul etmiyorum, edemem. edersem yaşanmışlıklarıma ayıp olacak. kendime terbiyesizlik olacak. boş ise hayat, insan için yaratılan -ya da kimilerine göre kendiliğinden var olan- onca şey neden?

bu kadar özlemek, böylesine sevmek, bir şeyleri istemek, aşık olmak, gülmek, ağlamak, eğlenmek, hüzünlenmek, yalnızlık çekmek... neden? her birini ayrı ayrı her birimiz yaşamıyor muyuz? evet, öyleyse neden? cevabı olmayan bir soru bu, neden?

-çünkü hayat çok boş yeaaaaa...
-git kendini çok sevdirmeden...

gülünç...

Orhun Kayaalp

8 Mart 2010 Pazartesi

oooo! bugün ne kadar politiksiniz!

lise yıllarımdan beri, şahsen maruz kaldığım yetmezmiş gibi aynı jenerasyonun çocukları olduğumuz pek çok kişi de bununla itham ediliyor: "Politikaya, aktüeliteye ve dünya problemlerine öyle duyarsızsınız ki..."

bundan olacak ki bir çoğumuz kendini büyük bir baskı altında hissediyor. her neyse diyeceğim bu değil.

ben bunu söyleyenlere tamamen karşıyım. kesinlikle de apolitizasyon çalışmalarından etkilenmiş, apolitik bir nesil olarak yetiştiğimize inanmıyorum. aksine o kadar politize olmuşuz ki...

mesela okuduğumuz kitaplara bakalım. daha lisedeyken "dar ağacında üç fidan" okuyor benim neslim. o bitti miydi pat, "gülünün solduğu akşam"... hımm başka? şimdi başka bir şey aklıma gelmedi. ama sık sık tekrardan okunuyor bu kitaplar. bizimle bir iki lakırdı etmek isterseniz politika üzerine bu ikisini okuyun kâfi.

sonra mesela facebook'tan "event"ler yapılıyor. hıyarlara, recep tayyip erdoğan'dan daha fazla hayranlar bulunuyor. cumhuriyet elden gitmesin diye bir milyonlara ulaşılıyor. sonra bu facebook'tan büssürü fotoğraflar falan paylaşılıyor, penguen'den uykusuz'dan ilgili karikatürler falan ekleniyor. altına, üstüne, sağına soluna da yorumlar ekleniyor. "ekiekeike aqp üheüh." diye. pek çoklarının aksine bence örgütlenme "sanal ortamda" başlayacak.

sonra mesela bir de politik şarkılar dinliyoruz. şöyle bol küfürlü, bakanlara başbakanlara sağlam giydiren cinsten... daha ne olsun?

şimdi artık ricam, bize artık "apolitiksiniz lan." demeyi bırakın. bir kişiden, bakın öyle organize olun sinerji yaratın falan demiyorum, sadece bir kişiden rica ediyorum... politikayla nasıl ilgilenir, gündem nasıl takip edilir, eleştiri ile hakaret arasındaki fark nedir, beyin sahibi insanlar konuları ne açılardan ele alır bunları anlatsın...

Orhun Kayaalp

lise yıllarımda ne oldu

uykum kaçtı. gecenin bu saati olmuş ayaktayım. beni uyutmayan, yatağımdan kaldıran sebepse insan zihni...

bu sefer düşünmekten uyuyamadığım konu, lise yıllarım. madem uyuyamıyorum, dedim kendi kendime, öyleyse kalkıp bunları kusayım buraya. rahatlayıp sıcak yatağıma döner uyurum, ümidiyle...

liseden önce ne oldu? bir ortaokul efsanesi vardı. o yaştaki bir insanın nadiren yaşayabileceği şeyleri yaşadım orta son sınıfta. sıkı dostluklar kazandım. o yaşta bir insanın yaşamaması gereken şeyler de vardı bunların arasında. şimdi baktığımda "eheh" diyip geçtiğim şeyler, o zamanlar hakikaten büyük anlamlara sahipti.

sonra lisede ne oldu? lise başlar başlamaz bir hayal kırıklığı ele geçirdi tüm benliğimi. biz öylesine kandırılmış bir nesildik ki lisede aradığımızı bulamayacağımızı hiç düşünmemiştik. yani en azından ben düşünmemiştim.

ben günden güne içime kapanıyordum, yıllardır tanıdığım arkadaşlarım ise götlük üzerine götlük ediyordu. sonra aynı lisede olmadığım arkadaşlarımdan uzaklaşır oldum. niçin? çünkü o yıllar benim için öyle zordu ki eski arkadaşlarımla irtibat kurmak gerçekten de birinci önceliğim değildi... nitekim yavaş yavaş verilen sözler unutulmaya, arkadaşlardan kopmaya başlandı. bunu ben de istemedim, ama böyle olmasına sebep olanlardan biri de benim. şimdi, ama doğru ama yanlış, kendimce haklı sebeplerim de var...

fazlaca çocuktum, üstüne üstlük yeteri kadar büyüyemedim. dört senelik lise hayatımda daha en başından arkadaşlıkları kıymetli insanlarla arkadaşlık edemedim. iki çift laf etmekten hoşlandığım insanlarla arkadaşlık edemedim. hâlâ görüştüğüm ve görüşmeye devam edeceğim arkadaşlıklarım var elbette; fakat iletişim kurmadığım için pişman olduğum arkadaşlarım da var ve şimdi kırk yılda bir konuştuğum arkadaşlarımdan çok bu insanlar geliyorlar aklıma.

peki neden böyle oldu? çünkü eşşeğin zi... öhöm. neyse, neden böyle oldu? çünkü ebemin a... lan bi dur. kısacası ben aklımı si... ben bu yazıyı küfretmeden tamamlayamayacağımdan korkar oldum.

neden böyle oldu? çocukluk ettim, kabul. şimdiki aklım olsaydı bu hataya düşmezdim yani aptaldım da, bu da kabul. ama şimdi bakıyorum da ulan çok da boktan şeylerin derdindeydik be...

Orhun Kayaalp

7 Mart 2010 Pazar

hier encore, j'avais vingt ans...

bir kaç gün önce -aslında tam olarak 2 hafta önce, bir 25 şubat günü...- 20 yaşıma girdim. tarihe bakacak olursanız, evet bu geç kalmış bir doğum günü yazısı.

bilen bilir, çok fazla önemsemiyorum doğum günlerini. bilhassa kendiminkini... ama ne olsa, etkileniyor insan. başlıktan da anlaşılabileceği üzere abartılı biçimde dramatize ediyorum. "daha dur neler göreceksin." dediğinizi duyabiliyorum; fakat 20 senede hayatı anladığımı düşündüğümden değil, bu 20 senede yaşadıklarımdan dolayı bu tarz bir dramatize etme işine girdim.

evet, daha görmediğim ve göreceğim çok şey var biliyorum. bununla bir problemim de yok. gelin görün ki bunca zaman neler yaşadığımı da ben biliyorum. hayatımın ne yönde değişime uğradığını, gün geçtikçe nasıl değiştiğimi ben biliyorum. dertlerim, zevklerim, fikirlerim... her biri değişti ve hâlâ da değişiyor. değişmeyen bir şey varsa o da yazmayı hâlâ seviyor olmam...

neyse işte... fazla duygulanmaya da gerek yok. yaşlanmak güzel... ama doğum günlerine de kafam girsin.

Orhun Kayaalp