23 Aralık 2012 Pazar

sesli söylemediğime pişman olabileceğim şeyler -3-

televizyon, 20. yüzyılın en büyük icatlarındandı. bugün, izleyenlerinin iq'sunu düşüren programlarla dolmasını insanoğlunun yozlaşmadaki kararlılığına borçluyuz.

şimdi aynı akıbete, başta twitter olmak üzere tüm sosyal medya da uğrayacaktır.

19 Aralık 2012 Çarşamba

"...i'm not a loser, i'm a failure..."

artık gelenek halini almış bir huyum vardır. zaman zaman oturur, geçmişte yazdığım ne varsa açar ben yazmamışım gibi okurum. sonra da beğenmediğim ne varsa yok ederim.

geçen yine oturdum bu işlemi yapacaktım ki bir sürprizle karşılaştım. normalde silmiş olmam gereken pek çok şeyi de saklamışım. kapattığım bloglarımda yayınladıklarım, hâlâ açık olanlarda yayınladıklarım, hiçbir yerde yayınlamadıklarım, uyduralı hayli zaman geçmiş bir isimle sağda solda yayınladıklarım, yarım yamalak yazdıklarım... bir sürü şey.

okudukça önce "ben bunları niçin silmek istemişim ki, bunlar gayet iyi görünüyor" izlenimine kapıldım. sonradan ayıldım işin aslı bu değil.

şu hayatta iki şeyi inatla yapmaya devam ediyorum ki bunlardan birincisi oyun oynamak, ikincisi de yazmak. ancak evvel zaman içinde yazdıklarıma baktığımda anlıyorum ki bir arpa boyu bile yol gidememişim.

elli yaşıma gelecek olursam eğer, kendime "ne sikime harcadın lan hayatını?" sorusunu sorma potansiyelim hayli yüksek. yanıtım basit olacak:

ne yapmak istediysem, onu yapmaya harcadım.

16 Aralık 2012 Pazar

sesli söylemediğime pişman olabileceğim şeyler -2-

sinemanın sosyal mesaj vermek ya sosyal farkındalık yaratmak gibi bir misyonu yok. sinemayla meşgul kimi kişiler kendilerinde böyle bir sorumluluk hissedebilir pekâlâ, ancak bu sorumluluk sinemanın sorumluluğu değildir.

hukuksuzluğun, ayrımcılığın yahut savaşın kötü bir şey olduğunun zaten farkında değilseniz; sinemanın sizin için yapabileceği pek bir şey yok demektir.

21 Kasım 2012 Çarşamba

artan beyin aktiviteleri

malum sınav haftası...

her sınav haftasında olduğu gibi, beyin aktivitelerim de yüzde doksan artıyor. hayır, çalıştığımdan değil. enerjiyi ve vicdan azabını yönlendirecek yer aradığımdan.

yabancı dillerde yazasım geliyor. bir şeyler üretmek konusunda arayış içindeyim. hem yeni bir şeyler yapıyor olmanın heyecanı olsun içinde, hem de göze ve ruha hitap edeyim.

neyse şu günler bitse de...

18 Kasım 2012 Pazar

simurg

anka kuşu efsanesinin varoluş sebebi, ihtimaldir ki insanın küllerinden doğacağına olan inancını perçinlemektir.

insan yaşadıkça başına kötü şeyler gelir ve her seferinde devam edecek gücü küllerinden doğacağı inancında bulur.

hikaye güzel hikaye; ancak ben, küllerinden yeniden doğan bir canlının varlığına inanabilecek kadar saf değilim.

17 Kasım 2012 Cumartesi

logos spermaticos -18-

uzun süredir geldiğim yer dışında bir yeri evim olarak benimseyemedim ve şimdi geldiğim yer, artık evim değil.

parçası olmakta güçlük çektiğim bir yaşamın ardından, geldiğim yere dönmek ve orayı yeniden evim yapmak hevesindeyim.

ancak, sanıyorum ki bu artık mümkün değil.

5 Kasım 2012 Pazartesi

logos spermaticos -17-

günler geçiyor, benim frekansım zamanınkiyle tutmuyor.

çok yorgunum. salt fiziksel yorgunluk değil bu, zihinsel olarak da yorgunum. yirmi iki yaşımda adamım, 55 yaşımdaymışım gibi yorgunum.

"bu yaşlarda oluyor öyle" diyenler oluyor, sözel yollardan küfretmesem de bakışlarımdan anlıyorlar siktir çektiğimi de konu uzamıyor.

tüm hevesim kırıldı, özgüvenim sarsıldı, insanlarla iletişim kurma yeteneğim sıfırdan sıfırın altnıa düştü. insanlardan korkmaya başladım, konuşurken daha sık kekeliyorum, cümlelerimin bir kısmını içimden söylüyorum, kimsenin anlam veremediği şeyleri daha sık söyler oldum, anlaşılmayan şeyleri açıklamaya üşeniyorum. tek başıma olmayı daha çok tercih eder oldum, okula giderken birisine rastlayacağım da beraber yürüyeceğiz diye ödüm kopuyor.

kilo aldım, yastığımda daha çok dökülmüş saç buluyorum, kambur duruyorum, yürürken/ motordayken/ otobüsteyken sürekli yere bakıyorum. bir iş yapmak bir yana, a noktasından b noktasına gidecek enerjiyi bulamıyorum. daha çok uyumak istiyorum.

büyüdüğüm yere dönesim, minimum insan etkileşimiyle yaşayıp gidesim var.

18 Ekim 2012 Perşembe

logos spermaticos -16-

eşek kadar adam oldum, çocukluğumdaki gibi oturup ağlayasımın geldiği günler oluyor.

kendim için, zaman zaman kapıldığım geçici ruh halleri dışında zaten umudum yoktu; ancak nasıl oldu da böyle açmazlar içinde bulduk kendimizi, bazen merak ediyorum.

zihnimi toparlayabildiğim günlerde -ki ilkokul yıllarımdan birine denk gelir- fark etmiştim ki etrafımdaki her insan, muazzam birer insandı. kendimi aşağı hissettiğimden değil, bu insanların gerçekten harika olduğuna inandığımdan...

ne kadar küçük olduğumuzu anlamak için, her zaman öylesi yükseklere çıkmanıza gerek yok.

sevdiğim, sevmediğim, tanıdığım, beni tanımayan her bir insan... öyle ya da böyle muhakkak bir konuda öylesine harikaydılar ki zaman zaman onlara karşı duyduğum hayranlık, kendim için dahi umuda kapılmama neden oluyordu.

hayatımın her döneminde, bir şekilde yolumun kesiştiği, her bir insan, -belki ben hariç- hiçbir istisna olmaksızın...

peki sonra ne oldu? bir şekilde, bizi harika yapan her şey törpülendi ve normalleştik. bu mükemmel insanların bir çoğuyla yollarımız ayrıldı, bir kısmıysa hâlâ etrafımda.

herkesin malumu olan konular bir yana, ben ise yirmi iki yaşımda, yani herkesin anlamını çözeli hayli yıl olduğu yaşta, üniversitedeki bir ihtimal son yılımda, ne konuşulduğunu anlamadığım bir derste bunları yazıyorum.

öylesine harika çocuklardık... nasıl oldu da yaşlandıkça ufaldık?

2 Eylül 2012 Pazar

meslek hastalığı

insanın bir şeyleri iyi yapabiliyor olma güdüsü, bir işe yaradığını hissedebilme isteğinden kaynaklanıyor olabilir. işe yaramayan insan, parazitlerin karakteristik özelliklerini göstermiyorsa eğer, bundan rahatsızlık duyacaktır. yaşlı eskimoların kendilerini ölüme terk eden çocuklarına tepki göstermemelerini de buna bağlayarak inanılmaz bir sosyolojik çıkarımımı bilim dünyasına da armağan ediyorum.

bir işe yaradığını hissetme isteğiyle hareket etmenin bir getirisi, insanı eğitimini aldığı işi en iyi yapan yanılsamasına düşürmek oluyor. yani sinema televizyon okuyan sanıyor ki bu zanaatın en yetkin kişisi kendisi (önce iğne demişler...), bilgisayar mühendisi sanıyor ki bilgisayardan en iyi anlayan kişi kendisi, felsefe okuyan sanıyor ki hayatın anlamını çözmüş ve artık tek ihtiyacı olan zırvalarını dinleyecek müritler...

bir tartışmanın ortasında "ben x okuyorum" argümanını duyduğunuzda, bu bahsettiğim meselenin cümle içinde kullanılmış halini göreceksiniz.

yazının akışını bozan cümleyi de yazdığıma göre, meseleye dönebilirim. bu bahsettiğim, kendini eğitimini aldığı şeye en hakim zannetme sanrısı en çok sosyal bilimlerde görünür. az evvel örnek verdiğim felsefe gibi. hatta daha da iyisi, "terzi kendi söküğünü dikemez" atasözümüzün vücut bulmuş hali olan psikologlar, psikoloji okuyanlar gibi.

bahsi geçen durumlar için, psikoloji öğrencileri sohbet ederken en dikkat edilmesi gereken öğrenci tipi. genellikle house m.d ile de beslenen bu tip, nasıl olmuşsa insanın karışık doğasından bihaber hale getirilmiş ve karşısındakinin bir insan değil de içgüdüleriyle hareket eden bir maymun olduğuna inandırılmıştır.

niçin böyle söylüyorum? şundan ötürü: bir sefer, psikoloji okuyan bir arkadaşım ile intihar ve intihara bakış açımdan bahsetme gafletinde bulunmuş ve hatta alıntıyla "eğer intihar etme fikrine sahip olmasaydım çoktan kendimi öldürürdüm." gibilerinden bir alıntı da yapmıştım. cümleme noktayı koyamadan bu arkadaş aynı hızla bütün klinik çıkarımları kafasında yapmış ve beni çözümlemeye koyulmuştu. intihar fikrinin öyle ya da böyle her insanın aklından geçebilecek bir şey olduğuna inandığımı bile anlatamamıştım. en sonunda diyalog şuna benzer bir şekilde sonlandı:

-depresyondasın sen belli ki...
-hayır işte depresyonda falan değilim. mesele de bu biraz.
-niçin intihardan bahsedip duruyorsun öyleyse? normal insan davranışı değil ki bu. (evet bu konuşmanın bir yerinde arkadaşlarımla bunu konuştuğumdan bahsetmiştim.)
-insanları bu fikre alıştırıyorum.
-intihar edeceksin yani?
-yoo niye edeyim, şimdilik hayat çok güzel. önümde güzel geçeceğini düşündüğüm birkaç yıl daha var ayrıca. manyak mıyım ben kendimi öldüreyim?
-inkar safhası?
-(ebenin safhası! diyemedim ya la...) sen benim ne anlatmaya çalıştığımı anlamaya çalışıyor musun? yoksa çoktan anladığını sanıyorsun da ondan mı anlaşamıyoruz biz?
-ama...
-tamam neyse gözünü seveyim hayatımda ilk kez bir şey konuşmaya başladığıma pişman oldum. ama gözünü seveyim sen dershaneye hoca falan ol, danışanlarını (gözünü sevdiğim emrah serbes'i) öldürürsün sen...

kendisi beni konuşmaya başladığımızda üzgün sanıyordu, konuşmanın sonunda ise kızgın... halbuki ben konuşmanın başından sonuna kadar bir insanın nasıl bu kadar salak olabileceğine şaşırıyordum.

15 Ağustos 2012 Çarşamba

logos spermaticos -15-

insanı ve ona dair her şeyi gördükçe, içimdeki en temel içgüdü kendime döndü.

intihar fikri olmasa, kendimi çoktan öldürmüş olurdum 

benim yaşımdaki biri insanın, mütemadiyen ölümü düşünerek yaşıyor olması kimilerine şairane, kimilerine trajik geliyor olabilir. banaysa hiç adil değilmiş gibi geliyor.

kendinden nefret ettiğin, utancın benliğini sardığı hayatın (ki aslında tüm hayatların) sonunda ölüm olması insana huzur veriyor. her şeyin nasıl biteceğini çok iyi biliyorsun da o noktaya nasıl gelineceğini merak ediyorsun işte.

insan bazen ağız ishaline tutulmuş insanlara maruz kalmamak, durduk yere mutsuz olmamak istiyor insan. tüm bu meselelerden sorumlu yüce varlık ve onun minionları bunu çok görüyor bazen.

halbuki değil.

6 Ağustos 2012 Pazartesi

öhöm, ses deneme, bir iki

çok zaman oldu görünür şeyler yazmayalı. o sebeple ses açma egzersizleri ile beraber bir de çiğ yumurta içiverdim.

rutin iyiydi.


iyi de işledi. ta ki artık işlemeyene kadar. insanın basit keyiflerinin olmasında bir problem görmedim ben hiç. devamlı olarak aynı yere gitmekte, sürekli aynı yolları yürümekte bir sıkıntı yok. alıştığı yerlere gitmeye devam eden insan hesabını bilir, bildiği yoldan giden insan da kaybolmaz. basit iyidir.

insanı öldüren şey de rutindir. işte bu noktada işlemeyi bırakır. her biri bir öncekinin aynı geçen günler... insan bu yüzden ölebilir. ama her halükarda öleceğimiz gerçeğini göz önünde bulundurursak da bunun da çok problem olmadığı düşünülebilir. aksiyondan aksiyona koşarken bir saniye olsun kan dolaşımım yavaşlamaz, huzur bulamazsam; pek tabi rutini tercih ederim.

ömrü boyunca mutluluğu değil de huzuru kovalamış bir insan olarak bunun ardına daha iyi vardım. rutin iyidir.

söylemediği şeylerden ötürü ünlü olabilseydi insan, ben ünlü olurdum.


aklına ilk gelen lafı söyleyen, espriyi yapan adamın egosuna hayranım. şu dünyada koca kafamdan -ki bu da onlara girsin.- daha büyük bir şey varsa, o da bu egolardır.

bizim bu tarafların çok sayıda komik atasözü vardır. gerçi bizim o taraflarda çok söylenir de ne taraflara aittir bilemeyeceğim. baklava bizim diyen yunan konumuna düşmeyeyim şimdi. ancak şöyle de bir laf vardır: "senin güttüğün koyun kadar, benim siktiğim çoban var.". ne çok hazır cevap (?), kıvrak zekalı (!) insan bu laftan ötürü ağır darbeler yemiştir, aritmetiği size kalsın. işte pek çok insanın korkulu rüyası olan bu söz, her aklına geleni söylemenin erdem olmadığını bilen insanın en iyi dostudur.

yazık ki prim yapanın ağzını tutmak çabası içinde olmayanın olduğu bir dönemde yaşıyoruz.

ve yine yazık ki insan sadece söylenenleri duyuyor, söylenmeyenleri değil.

30 Haziran 2012 Cumartesi

şurdan burdan


"okulun ilk günü silgi istemiştim. silgisini ısırıp ikiye bölmüş, yarısını bana vermişti. ben de ona aşık olmaya karar vermiştim."
-emrah serbes, erken kaybedenler

feminizmin yükselen değer olduğu şu dönemlerde, biz erkeklerin de ara sıra dile getirilmesi gereken bir takım genetik kodları ve gayet tabii hatırlanması gereken hakları var.

meme mıncırmak ve biraz ilgi gördüğümüz kadına aşık olmak altı yaşımızdan beri iliklerimize değin işlemiş birer gerçek. kadınların çoğu zaman "iki et parçası dedikleri" -ve çok da büyük haksızlık ettikleri- bedenlerinin bu parçalarına dokunma isteğinden ya da görmeyi hak ettiğimizi, ihtiyaç duyduğumuzu dile getiremediğimiz şefkati gördüğümüz kadınlara aşık olmaktan kime ne zarar gelir? 

yolda yürürken, yol kenarında duran alımlı bir kadın gördüm. yanından geçerken "hişt yakışıklı" diye seslendi. hal böyle olunca benden bahsediyor olamaz diye düşünüp bakmadan geçtim. o da zaten bana seslenmiyordu.

yazdığım şeylere bakıyorum bu aralar. gördüğüm kadarıyla hayatım boyunca yazıp yazabileceğim en güzel şeyi yazmışım ve o da bir boka benzemiyor.

gerçi çok daha iyi fikirlerim var, ancak yazılmamış şeylerin varlıklarına da inanmamak lazım. böyle de huylarım var, duyduğumdan çok gördüğüme inanmaya meyilliyim. kağıt üzerinde görünmeyen bir şeyin varlığına kimi inandırabilirsiniz? peygamber suretinde ya da o beceriye sahip bir insan olmadığımdan ben, gösterebildiğim kadar varım.

erkek çocuk olmanın sıkıntısı... cinsimizi sikeyim...

22 Haziran 2012 Cuma

umut

her şey olabileceğinin en kötü şekliyle bitmiş, "madde mi ağır mânâ mı?" diye en bir felsefi çözümlemelere girilmiş, en nihai noktaya gelinmiş ve en kati çözüm  gözden geçirilirken; insanın içinde beliren bir umut ışığı oluyor ya hani... sonra içinde o ışığa yürüme isteğiyle doluyor insan da inatla devam ediyor...

işte ben o içimdeki umut ışığını vaktiyle sikmedim, hep ondan böyle oluyor...

17 Haziran 2012 Pazar

logos spermaticos -13-

yararlı işler yapmak konusundaki çabalarım nihayete erdiğine göre, fildişi kuleme çekilmekte bir sakınca görmüyorum.

abiler demişler ki: "life is a game, so you'd better learn how to play it".

şimdi bir konuyu açıklığa kavuşturayım. hayat hakikaten bir oyun olsaydı adil olmayan, sürekli aleyhe işleyen, sinir bozucu ve sıkıcı bir oyun olurdu.

kuralları nedir? kim koymuştur? kim uygular? oyuncuları kimdir? hiçbiri belli değil.

sen de kalkmışsın diyorsun "nasıl oynandığını öğren..."...  e ebenin amı! bu oyunsa, ben oynamıyorum, oynamayacağım. oynayın aranızda, bana yer yok diye de üzülmüyorum.

bak henüz "kazanmak"tan bahsetmiyorum bile. o konseptle işim epey zaman evvel bitti zaten.

babalar günüymüş ya la bugün?

babalar günüymüş bugün, muhtemelen babamın haberi yok. benim de uyandırmaya hiç niyetim yok zaten.

yalnız içten içe tırsıyorum haberimin olmadığı bir çocuk arayacak da babalar günümü kutlayacak diye. pek ihtimal vermiyorum tabi, ama olur mu olur. bir kulağımın arkası kaldı zira...

ayrıca ihtiyaç halinde, fırsat ve imkan bulunuyorsa vazektomi yerinde bir karar.

23 Mayıs 2012 Çarşamba

le mythe de sisyphe

"gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır: intihar." demiş camus.


bir insanın kendisini öldürmesinden daha şairane bir hikaye de yoktur şu evren üzerinde; ancak cennet ve cehennemin varlığını umut eden bir insan olarak, intihar eden insan için bunlardan her ikisinin de olmadığına inanmak da istem dışı ulaştığım bir sonuç.


intihar eden kişinin motivi, yaşadığı hayatta çektiği ızdırabın daha beterini yaşayamayacağına olan inancıdır. sonsuz alevlerde yanmayı, yaşadığı hayata tercih eden bir insana verilecek ebedi cehennem ızdırabı başlı başına cehennem konseptine ters düşer. gönüllü olarak cehenneme gitmeyi seçen bir insana ne gibi bir ızdırap yaşatabilirsiniz?


diğer yandan cennet düşünüldüğünde, intihar eden insanın yağmurdan kaçarken doluya tutulmasından ibarettir. yaşadığı süre içinde öföri yüzünden bilinç yoksunluğuyla boğuşmuş bir insana ebedi bir öföri bahşetmek de pek bir şey ifade etmiyor.


intihar eden insana uygun tek bir yer var, araf... ne ebedi ızdırap, ne ebedi öföri; hiçbir şey hissedilmeyen, hiç kimsenin olmadığı, hiçbir şeyin eyleme dökülmediği, hiçbir şeyin değişmediği bir yer... ne sevilecek, ne de nefret edilecek hiçbir insanın bulunmadığı bir yer...


bu dünyada kendine yer bulamamış her insanın öldüğünde gitmek isteyecekleri yer.

16 Nisan 2012 Pazartesi

sosyal becerilerimin yeterli olduğu izlenimini ne zaman vermeye başladım?

şu gün, şu saatlerde cevabını merak ettiğim soru bu.

oldum olası sosyal ilişkilerimde başarılı değilim. insan ilişkilerimde acemi, gönülsüz ve bir o kadar beceriksizim. arkadaşlarımın sayısı bir elin parmağını belki geçer, bana kalsa da geçmez.

insanların "eğlence" nâmına yaptıkları hareketleri mânasız bulmaya başladığımdan beri de kendi eğlence anlayışımı geliştirdim; bu sebepten ötürü, eğlenmeyi bilmediğimi söyleyene de "hassiktir" diyemem.

yeni müzik türleri, şarkılar nasıl keşfedilir? etrafımdaki hangi insan, hangi filmi beğenebilir? ya da diyelim ki "bu akşam nereye gidilir?"... bunlar cevabını vermekte güçlük çektiğim sorular.

hepsi bir yana, karşılıklı bir konuşmada tuhaf iletişim kopuklukları yaratmayacak tepkiler vermekte dahi başarılı değilim. bir sohbetin nerede sona ereceğini tayin etmekte ya da nasıl bitirileceğini kestirmekte başarılı değilim.

ama...

bir "ama"nın ardından olumlu bir şeyler gelmeliydi değil mi? yok öyle bir şey.

siz de buralarda çok durmayın.

25 Mart 2012 Pazar

Orhun İçin Diablo 3 Bağış Fonu

Evet, bu ciddi bir mesele. 15 Mayısa kadar toplanması gereken miktar 60 Euro.

Yapacağınız bağışlar karşılığında elinize hiçbir şey geçmeyecek. Size engelliler adına gazete vermeyeceğim. Zorla Atatürk kartpostalı da tutuşturmayacağım. Size teklif edebileceğim tek şey, Diablo 3'te arkadaş listeme ekleyip beraber inferno'da ölebilmektir. Belki bir de karakterlerimin isimlerini sizin seçeceğiniz isimler yapabilirim. Ama hepsi bu.

Aşağıdaki "Donate" linkine tıklayarak, Paypal hesabınız üzerinden yapacağınız her miktarda bağış kabul edilir.

Not: Sizi seviyorum.

sahibinden satılık, kelepir ruh

bu dünyaya ait bir şeylerde büyük bir yanlışlık var.

nihayetinde, her birimiz ruhumuzun ederi konusunda şeytanla oturup, enine boyuna pazarlık yapabilecek duruma geliyoruz. sizi, ruhunuzu, özel kılan bir şeyler varsa ne mutlu size, oldukça iyi bir teklif alabilirsiniz. ancak beni özel kılan bir şey yok, bu yüzden alacağım her teklife tenezzül edebilirim. korkarım ki her bir köşesinden kırpılmış bir teklif bile, ucuza gidiyormuşum gibi hissettirmez.

ruh pazarlığına girmemdeki sebep, tembel olmam değil (yani en azından sadece o değil), aksine ya yapmak istediğim şeylerin para etmemesi ya da para eden şeyleri de benim yapmak istememem. aynı dertten muzdarip olduğum insan sayısının da epey fazla olduğundan eminim. insanın onuruna aykırı olmayan bir iş bulabilmek epey güç şu günlerde.

günü birlik çalışıp kazanılacak 50-60 lira için daha sonraları utanacağım şeyler yapabilirim. bu dünyayla alakalı yanlış olan şey de belki de bu.

burada geçirilecek 20 huzurlu sene için, ebedi bir ızdırabı göze alabiliyorum.

15 Mart 2012 Perşembe

zigzag

hayatımda bir şeyden ölesiye nefret ediyorum. o da zorla bir şey yazmak. zorunda olduğumuz için yaptığımız bunca şey varken, sevdiğimiz bir şeyi zorla yapmak durumunda kalmamız, insan denen mahlukun ruhuna nefret tohumunu atıveriyor. bunu da bugünlerde sıkça yaşıyorum.

derken, aynı asrın farklı uçlarında da olsa aynı gün doğduğum adamın yazdığı muhteşem bir kitabı bitirmenin verdiği ruhsal hazzı yaşayıp uzun bir güne ivme kazandırmayı becerebildim. her yüzyılda bir kürk mantolu madonna yazılsa ya da en azından bir önceki yüzyılda yazılanı her insan okusa, bugün ne bir kadın kalır ruhunun incelikleri keşfedilmemiş ne de bir adam kalır sevmeyi beceremeyen.

derken, tek bir günü kendime ayıracak olsam nasıl bir bedeviyim ki kutup ayılarına denk gelmek için çöle bile düşmeme gerek olmadığını öğreniyorum.

sonra, neyse ki bir güzel haber skoru eşitliyordu ki bazen tam da ihtiyacı olan şey bu insanın. bir güzel haber, bir ortak sevinç.

üstüne de son dakika golü bir güzel haber daha ve bu uzun günün sonunda eşitlik lehime bozuldu, âlâ...

bugün şanslıydım, ancak afedersiniz ama 90+3'te gelen şampiyonluğun ben ta amına koyayım.

fakat yine de, onlar ne güzel gollerdi be.

14 Mart 2012 Çarşamba

logos spermaticos -12-

"insanlara ne kadar muhtaç olursam, onlardan kaçmak ihtiyacım da o kadar artıyordu."


kürk mantolu madonna, kendini nasıl bir fildişi kulesine kapatmış bir yazarın kaleminden çıkmıştır bilmiyorum. ancak, kaçamadığım bir gerçek var ki o da bu hikayenin okudukça daha tanıdık bir hâl almasıdır.

"dünya'nın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir..."

henüz başlarında, anlaşılmayı arzulayan okuyucusunu kucaklayarak sonuna kadar öyle ya da böyle onun hayatından bir kesite mutlaka yer vererek bunu da işte kaçamadığım bu gerçek dahilinde sayfadan sayfaya tanıdık bir hale gelerek; nihayetinde okuyanına anlatmak istediğinden daha fazlasını anlatıyor bu roman.

"şimdi ben gidiyorum, fakat ne zaman çağırırsan gelirim."

4 Mart 2012 Pazar

"rome knows the value of her own"

"my name is caius martius corialanus"


corialanus, benim nazarımda yapılmış en iyi shakespeare uyarlaması olabilir. ralph fiennes'i tebrik etmek lazım. zira ilk trailerı izlediğimden bu yana oluşan büyük beklentilerimi fazlasıyla karşıladı. gerçi içten içe keşke sabretseydim de dvd kalitesinde izleseydim diyorum. bir de keşke altyazı bekleseydim. ağır ingilizce ve garip aksan eklenince anlamak için birkaç kere izlediğim sahneler oldu. merak eden varsa bekleyin derim.

"yiğit özşener "yayınlanmış oyunun var mı?" diye sordu. zik gibi kalakaldım."


dersler arasında deliler gibi boş vaktim olduğundan ne yapacağımı bilemiyorum. geçen perşembe şans eseri yiğit özşener söyleşisi vardı da hadi ona gideyim dedim. bir ara "bir şeyler yazıyor musunuz?" diye sorunca boşta bulundum elimi kaldırdım. döndü "film?" diye sordu. ben de "film, radyo oyunu..." diyip sıyrıldığımı düşündüm. panik atağın eşiğinden döndüğüm saniye, herhalde radyo oyunu dememi enteresan buldu ki "yayınlanmış bir oyunun var mı?" diye soruverdi.

o an adama külliyatını anlatamazsın tabi. tek cümleyle yanıt vermek lazım ve artık o cevabı oradaki 200 kişiye vermenin de getirdiği bir "kendini mal pozisyonuna sokmama isteği" var... "malesef," diyebildim, "genelde ders kapsamında falan...". neyse ki daha çok üstüme gelmedi.

"n'acayip okul lan, boğaz manzarası vapurlar falan..."


ne zamandır diyeceğim, demeyeyim diyorum... lan insanlar belgesellerindeki röportajları siyah bir bez önüne adamı oturtup yaparlar, bizim ise ders için yaptığımız belgeselden "arkadaki raflar niye boş?" diye puan kırılır. kullanmaya müsait tek yeri anca uygun pozisyona getirmişiz, mekanı da mı biz döşeyelim?

insert küfür here.

22 Şubat 2012 Çarşamba

serbest

dünyadaki tüm boş zamana sahipken bir iş beceremiyor olmanın verdiği haklı gururu yaşıyorum. dersler arası uzun aralar ve alınamayan dersler, tam da ihtiyacım olmayan şeyler. tüm bunlar sonu gelmez can sıkıntıları vermek için oldukça yeterli şeyler. bir sınırım yok. memnun olmuyorum. oynadığım oyunlar, dinlediğim müzik, izlediğim filmler artık zaman geçirme misyonundan başka bir şeye hizmet etmiyor. zihnimi tatmin etmekte güçlük çekiyorum. okulumun verdiği umudun hemen ardından yarattığı hayal kırıklığı dengemi bozuyor. kendimi, çizilmiş sınırlar içinde hapsedilmiş buluyorum. yarı erotik, hayli ağzı bozuk olan "ben" yerini kasıtsız aptallığa bıraktı. fakat insanlar değişmez. hepimiz neysek, o'yuz. hiçbir şey beğenmez, intihara meyilli, küstah, sefil ve mutsuz piç geri dönecek. her zaman geri döndü. gittiğinde ardında bıraktığı tek kıymetlisine, sevgisine, iyi baktım. çünkü "o" olmadığı zaman, sadece çekilmez bir sefil herif kalıyor geriye. ayrıca da param yok. birkaç güne kalmaz bir yaş daha yaşlanacağım ve bir önceki kadar meteliksizim. neredeyse şarköy'e gitmeseydim diyeceğim, ama demeyeceğim. abime ayıp olur. limitine dayanmış kredi kartını bana veren bankam, istediği an taşşaklarımı haczedebilir.

kustum hep buraya.
cürmüm kadar selam ederim.

21 Şubat 2012 Salı

benim felaketlerim,

başıma gelen en güzel şeyler olabilir.

herhangi bir rasyonalizasyona, olmayan nedenler uydurma yoluna gitmeyeceğim. sadece not düşeyim istedim.

20 Şubat 2012 Pazartesi

logos spermaticos -11-

fanilerle aynı topraklara basmayı reddettiğim şu günlerde, zaman hızlı geçiyor.

"baktın dibe gidiyorsun, devam et."

winston churchill ile bir benzerliğim varsa şayet, bu benzerlik kesinlikle puroya olan bir düşkünlük ya da politik zeka değildir. herhangi bir benzerlik olduğundan da şüpheliyim. ancak pek alakamın olmadığı ve tarihsel kişiliği de dahil pek siklemediğim bu adamın bu sözüne destek çıkabilirim.

rüzgarın tersine dönmesi, birkaç dakikayı dahi almıyor. bir hafta öncesine kadar hezeyanlarla dolu küçük (?) karamsar kafamın içindeki umutsuzluk, yerini mutluluğa bırakıyor. neyse ki mutluluk hormonlarını hiçbir bünyenin uzun süre salgılayamayacağını bilecek kadar gerçekçi olduğumdan ötürü, problemim kendi kendini çözüyor. o kadar çok zaman olmuş ki, mutlu olduktan sonra ne oluyordu onu unutmuşum.

"ağır kan kaybıyız..."


fakat inatçılığımızdan ötürüdür ölemeyişimiz. bazen içimizde durduk yere beliren ümit, küçük bir kız çocuğu olarak vücut bulsa; nefesini kesecek kadar sıkı sıkı sarılasım gelir. hiç hazzetmiyormuş gibi göründüğüm; fakat içten içe çok sevdiğim insanlar gibi...

ayrıca ikinci dönem başladı. hayır, sızlanacak değilim; fakat pazartesi günlerimi piç eden zihniyete kakayım...

12 Şubat 2012 Pazar

logos spermaticos -10-

aklıma okan bayülgen'in yanına kendisi gibi malumatfuruş bir iki adam alıp yaptığı "çek bakalım" programı geldi. birbirinden dallama youtube videolarının "kısa film" adı altında pazarlandığı bu sikimsonik programa yapılabilecek adam akıllı bir eleştiri düşünemiyorum bile. bu adamlar ve "yarışmacıları", göt kadar bir odada hasbelkader çekilen ne idüğü belirsiz kısa filmler, yaptığı filmi varoluşçu zırvalarla saatlerce anlatan  tipler beni bir üzerine bir gelecek kurmaya çalıştığım her şeyden soğuttu.

"bugün akademiyi kapasalar, akademisyenlerin çoğu limon bile satamaz..."

pek zamandır sahip olduğum bir fikri açığa vurmamak adına kendimi frenliyorum. hayır, sebebi fikri duyanların düşüneceklerinden çekiniyor olmam değil. sadece bu gerçeği yüksek sesle söylediğim zaman benim canımın sıkılması. şu bir gerçek ki bugün akademiyi kapasalar, akademisyenlerin çoğu limon bile satamaz...

tenzih edilecek çok fazla istisna var elbetteki. ancak büyük bir çoğunluğu akademi içinde zevzeklik yapmaktan başka bir şey yapmamış insanlardan oluşan bu akademisyen tayfasının yetersizlikleri yüzünden çekilen acılar son bulmayacak.

her alanda suya sabuna elini sürmeksizin, yapılan hiçbir şeyi beğenmeyen ve bunu yaparken de hiçbir mantığa dayalı argüman sunamayan bu insan topluluğu beni hem kaygılandırıyor hem de bana ümit veriyor. kaygılanıyorum, çünkü bu insanların elinden bir şey öğrenmemiz bekleniyor. ne öğrenebilirim? kıymet bilmez, bir şey beğenmez bir insan olmayı mı? ümit veriyor, çünkü böyle insanlarla dolu akademilerde bir bilgi birikimine eriştiğim gün kendime çok rahat yer edinebileceğimi düşünüyorum.

çevremde söz vermeyen ya da karar vermeyen adam olarak biliniyor olabilirim. "söz vermeyeyim ama gelirim" lafı şu aralar en sık kullandığım laf olabilir. durduk yere niye söz vereyim? özellikle de o sözü tutamayacaksam...

"...inatla kapalı cama toslayan sinek olarak beckett efendiye bir çift lafım olurdu."

şu günlerde hayatımın metaforu, olsa olsa kapalı camdan çıkmaya çalışan sinek olurdu herhalde. e tabi inatla kapalı cama toslayan sinek olarak beckett efendiye bir çift lafım olurdu. fakat kendisine doğan cevap hakkını kullanamayacağı ve kendisinin de yaşadıkları/yazdıkları düşünüldüğünde bu bir çift lafı söylememeyi uygun görüyorum. ne joyce ile ne de bir başka irlandalı ile sürtüşmek istemem.

316 kelime yazı yazdım bir sefer bile "siktir git" demedim.

24 Ocak 2012 Salı

orhun kayaalp'in portresi

ters duran bir armuda benzeyen kafasının üzerinde komik görünen saçları, karşısındakini  ürküten donuk bakışlı kahverengi gözlerinin hemen üzerinde birleşmeye meyilli bir çift kalın kaşı, fark etmesi güç bir açıyla sola doğru yamuk burnu, ayrıca kendinin dahi öpmek istemeyeceği ince yenmiş ve çatlak dudakları ve ne seyrek ne de gür, sarının siyahın beyazın ve kızılın her tonlarını barındıran, kısa kesince kaktüs iğnelerini andıran uzun bırakınca her açıdan pis görünen sakalları ile çirkinliğin canlı kanlı ispatı olarak cılız ve biçimsiz vücuduyla dimdik ayakta duran bir adam.

23 Ocak 2012 Pazartesi

"I said it, I meant it and I'm here to represent it"

hep bu tip bir adam oldum, olmaya çalıştım.

sözlerin ucuz olduğu ve söylendikten pek kısa bir süre sonra unutulduğu zamanlarda yaşıyoruz ve benim yegane eğlencem kelimeler. çoğunlukla söylemek istediğimi söyleyebilecek şekilde yan yana dizemediğim kelimeler.

bir şeyler anlatabilmek gün geçtikçe zorlaşıyor. bununla beraber kastettiğini söyleyebilmek ve söylediğinin ardında durabilmek zorlaşıyor. yine de bu demek değildir ki bir şeyler değişecek.

yaşadığım müddetçe çok şey öğrendim. okuduğum kitaplardan, izlediğim filmlerden, dinlediğim müzikten ve  yaşadığım -22 senede ne yaşayabiliyorsa bir insan- hayata dair en ufak şeylerden... bunlardan biri de bazı şeylerin değiştiği, bazı şeylerin ise hiçbir zaman değişmediğiydi.

belki de problem budur ha?

19 Ocak 2012 Perşembe

this is the end

ama öyle bir son değil. einstein'ın niçin şüpheleri varmış bilmiyorum, ama benim eminim hiçbir şeyin sonu öylece gelmiyor. gelmiyor işte. şimdilik sınavların geride kalmış olmasına sevinebiliriz yine de.

the beatles iyidir. hatta çok iyidir. ancak ben, the beatles'tan bahseden bir insana, hiçbir cümle kurmaksızın "the rolling stones" dediğim zaman, susmayan ya da konuyu birden bire the rolling stones'a çevirmeyen bir insanla aynı müzik zevkini paylaşabileceğime inanmıyorum. hiçbir argüman yok ki beni rolling stones'un beatles'tan daha iyi olmadığına inandırabilsin.

ne çok söyleyecek şey buluyorum bazen. bir ardına diğeri geliyor. pek çoğu da söylenemeden unutulup gidiyor. hayata dair ilginç ayrıntılardandır bu da. kelimeler, dökülüp gidiyor, çoğu zaman işitilmeden.

this is the end, beautiful friend.
this is the end, my only friend, the end...

15 Ocak 2012 Pazar

yalanlar yalanlar

insan mutsuzluğundan falan beslenmiyor.

yaşamayı bilen insan mutsuz olduğu gecelerde de, mutlu olduğu saniyelerde de kendine dair bir şeyler bulabiliyor.

hiçbir öneme sahip olmayan şeylere kıymet verdiğimiz şu kısa hayatlarımızda, sınav haftaları diye haftalar var. işte bu haftaların tam ortasında biri olarak isteyebildiğim tek şey, bir an önce hepsinin sona ermesi. bitse de artık sözde ilk kitabımı bitirsem.

uyan orhun, uyan.

10 Ocak 2012 Salı

içten bir "siktir git"i, sahteci bir samimiyete tercih ederim

hepimiz de etmeliyiz.

ben nazik ve güler yüzlü bir insan olabilirim, ancak siz buna katlanmak zorunda değilsiniz. şayet ben de size katlanmak zorunda değilim. öyleyse hep beraber mümkünse bir siktirolup gidelim. akıl sağlığımızın selameti için...

bir de hala bilmeyen varsa 9gag.com iyidir. bazen gerzek tumblr postu tadında postlar çıksa da iyidir. hatta o postlar bile bazen güzel şeylere vesile olurlar. insan filipin'de de insan, türkiye'de de...

yok lan buradakiler pek insan değil sanki.

1 Ocak 2012 Pazar

hoşgeldin 2012

senden bir beklentim yok. yeni yılların bir öncekinden daha farklı olacağına dair inancımı çoktan yitirdim. beklentilerimi düşük tutuyorum ki hayal kırıklığına uğramayayım. ne 2011'in ne de 2010'un ne de daha önceki yılların bir hayrını görmedim.

zaman, insanı sorumluluklar almaya itiyor. içinde bulunduğum şu günlerde, tembellik yapmayı ne maddi ne de manevi açıdan artık karşılayamıyorum. yapılacak çok iş var ve bu işlerin her biri kendi yerini bulmuş. her şeyin yolunda gitmesi için, daha doğrusu her şeyin yolunda gitmesini sağlayabilmem için tam olarak gerekli zamana ihtiyacım var. ne fazlasına ne de azına... buna rağmen arada güzel şeylere vakit bulabiliyorsam bu da akıl sağlığımı yerinde tutabilmem için yeterli olmalı. çok güzel şeyler var şu hayatta.

bir de kendime not düşeyim buraya: orhun, çirkin evladım, bak bana. artık tembellik senin için bir lüks, buna göre davran. ayrıca bir daha da kimseden ders notu falan istemeye kalkma. sikerim belanı. net konuşuyorum.